Anasayfa   İletişim  
Reklam  
-->
   
 
 
   
Google
   
   
    
 
 
 

 
 
 
 
 
•AŞIKLARIN ŞİİRİNDE RUMELİ

•ANONİM TÜRK HALK ŞİİRİNDE RUMELİ

•YENİ TÜRK ŞİİRİNDE RUMELİ



AŞIKLARIN ŞİİRİNDE RUMELİ

TAMAŞVARLI GAZİ ÂŞIK HASAN (XVII. yy.)

SENİN YAZIN KIŞA BENZER
Senin yazın kışa benzer
Bir sevdalı başa benzer
Çok içmiş sarhoşa benzer
Duman eksilmeyen dağlar
A dağlar ah ulu dağlar
Eşinden ayrılan ağlar

Selviye benzer meşesi
Del`olup aşka düşesi
Top top olmuş menekşesi
Burcu burcu kokan dağlar
A dağlar ah ulu dağlar
Eşinden ayrılan ağlar

Mor menekşe boyun eğmiş
Yapracığı suya değmiş
Yazın yeşil kemha giymiş
Kışın sade giyen dağlar
A dağlar ah ulu dağlar
Eşinden ayrılan ağlar

Ben bu dağdan geldim geçtim
Boz bulanık suyun içtim
Ben yârimden ayrı düştüm
Gördünüz mü bakan dağlar
A dağlar ah ulu dağlar
Eşinden ayrılan ağlar

Yükseklerde yurdun mu var
Şahinlerin kurdun mu var
Bencileyin derdin mi var
Gözyaşları akan dağlar
A dağlar ah ulu dağlar
Eşinden ayrılan ağlar

ÖKSÜZ DEDE (XVII.yy.)

KOŞMA
Misal-i cennettir evvel baharı
Açılır kırmızı gülü Tuna'nın.
Öter bülbülleri leyl ü nehârı
Eser bad-ı saba yeli Tuna'nın.

Hiç kimseler bilmez kandedir başı
Tazelenip akar yeğindir cuşu,
Eksik olmaz yalısının savaşı
Leş ile doludur gölü Tuna'nın.

Alaman dağından beri geçmiştir
Engürüs ilinden yollar açmıştır,
Analar ağlatmış kanlar içmiştir
Söylemeye yoktur dili Tuna'nın.

Turaba garkolmuş yerdedir yüzü
Arzulayıp akar Karadeniz'i
Cemreler düştükçe sökülür buzu
Ovalara çıkar seli Tuna'nın.

Öksüz Aşık bunu böyle dedi mi
tmdi ovalara bastı kademi
Selamlamış Estergon'la Budin'i
Belgrad'a uğrar yolu Tuna'nın.

ÖKSÜZ DEDE'nin BİR KOŞMASINDAN

"Niğbolu'dan firak oldum
Ahu candan ırak oldum
Müştaklara merak oldum
Yaren Tuna gel gel etti

İller gezip cüş eyledim
Bahr-ı aşkı nûş eyledim
Cananımı düş eyledim
Yaren Tuna el el etti..."

TÜRKÜ
Gül budanmış dal dal olmuş
Menekşesi yol yol olmuş
Siyah zülfün tel tel olmuş
Biz şu yerlerden gideli
Gurbet illere düşeli

Gül menekşeye karışmış
Küskün olanlar barışmış
Taze fidanlar yetişmiş
Biz şu yerlerden gideli
Gurbet illere düşeli

Öksüz Âşık der bu sözü
Hakka çevirmiştir yüzü
Öldü zannettiler bizi
Biz şu yerlerden gideli
Gurbet illere düşeli

KARACAOĞLAN (XVII. yy.)

İNDİM SEYRAN ETTİM FİRENGİSTAN'I
İndim seyran ettim Firengistan'ı
İlleri var bizim ile benzemez
Levin tutmuş goncaları açılmış
Gülleri var bizim güle benzemez

Göllerinde kuğuları yüzüşür
Meşesinde sığınları böğrüşür
Güzelleri şarkı söyler çığrışır
Dilleri var bizim dile benzemez

Seyr edüben gelir Karadeniz'i
Kanları yok sarı sarı benizi
Öğün etmiş kara etli domuzu
Dinleri var bizim dine benzemez

Akılları yoktur küfre uyarlar
İmanları yoktur cana kıyarlar
Başlarına siyah şapka giyerler
Beyleri var bizim beye benzemez

Karac'oğlan eydür dosta darılmaz
Hasta oldum hatırcığım sorulmaz
Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz
İlleri var bizim il'e benzemez

HAZIR OL VAKTİNA NEMSE KRALI
Hazır ol vaktına Nemse Kralı
Yer götürmez asker ile geliyor
Patriklerin inmiş tahttan diyorlar
Bir halife kalmış o da geliyor

Yetmiş bin var siyah postal giyecek
Seksen bin var Allah Allah diyecek
Doksan bin var tatlı cana kıyacak
Yüz bini de Tatar Han'dan geliyor

Gelen Ahmet Paşa'm kendidir kendi
Altmış bin dalkılıç kusuru cündi
Kaçma kâfir kaçma ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor

Şefkatli efendim sultanım vezir
Altmış bin kılıçlı yanında hazır
Deryalar yüzünde boz atlı Hızır
Benliboz'a binmiş o da geliyor

Karac'oğlan der ki burda durulmaz
Güleç yüze tatlı söze doyulmaz
Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor

HAYALİ (XIX. yy.)

SİLİSTRE SAVAŞI'ndan
Adalet sahibi Gaazi Mecid Han
Şâd eyledi baştan başa cihanı
Mürg-i dil tahtını eyledi handan
Hakikat râhının Şâh-ı Sultânı

Yürüdü Meclis'e Vezir-i A'zâm
Cihan seraskeri Hem Şeyhülislâm
Kapdan Paşa, cümle hasıl-ı kelâm
Moskof’un üstüne kurdu divânı

Erenler meydanı oldu küşâde
Dîni İslâm olanlar erdi murade
Yazıldı nâmeler, erdi irâde
Gönderdi her yana emr ü fermanı

Açıldı kâfirin hiyle defteri
Geldi Âsitane'ye dinle haberi
Tuna civarında olan yerleri
Dedi ki isterim çok beldegânı

Kurdular erenler devrân-ı demi
Tekrar tertib oldu cengin muhkemi
Ta Silistre'ye bastık kademi
Göründü kâfire harbin meydanı

Bizler üç gün anda olduk misafir
Başlandı kavgaya kesmedi vâfır
Tez geçti Tuna'yı yürüdü k'âfır
Dedi: Teslim olun yoktur ziyanı

Şeşhâne, istihkâm, yirmi bin merdân
Elli bin süvari yüz bin de yayan
Dört beşyüz pare top, kırk elli havan
Rûz ü şeb kesilmez verir dumanı

Gaazi Sultan Mecid sen binler yaşa
Hükmü vardı Han'a hem dağa taşa
Sağ olsun âlemde İbrahim Paşa
Hak için kâfire vermez amanı

Düşmanın ettiği iş hadden aştı
İbtidâ cehd edüp sonradan şaştı
Kırkbirinci gece hâsılı kaçtı
Böyle bilmez idi Âl-i Osmânı

Korkudan kaçarken sarardı soldu
Rakibin gözleri kan ile doldu
Fir'avun misâli suya gark oldu
Leş ile doldurdu nehr-i Osmânı

TEKKE ŞİİRİNDE RUMELİ

KAYGUSUZ ABDAL (XV. yy.)

DOBRUCA OVASINDA
Dobruca ovasından.
Büyük yağlı çörekler
Akkirman'ın yağından
Benzimiz hey ağ olsa

Cümle cihan koyunun
Semin yahni etseler
Biz yemeğe başlasak
Engeller ırak olsa

Kande bir göl var ise
Badem paluze olup
Bir yandan diş vursak
Çevresi bal yağ olsa

Kaygusuz Abdal otur
Kimin ye kimin götür
Sofuya koz kalmadı
Abdala kaymağ olsa

BALIM SULTAN (XV. yy.)

BİZ URUM ABDALLARIYIZ
Biz Urum Abdallarıyız
Maksudumuz yârdır bizim
Geçtik ziynet kabasından
Gencinemiz erdir bizim

Dâim kılarız bir varı
Harc eyleriz elde varı
Dost yoluna verdik seri
Münkirimiz hordur bizim

Aşk bülbülüyüz öteriz
Râh-ı Hakk'a yüz tutarız
Man'a gevherin satarız
Müşterimiz vardır bizim

Haber aldım Muhammed'den
Geçmeyiz zât u sıfattan
Balım nihan söyler zattan
İrşadımız sırdır bizim


ANONİM TÜRK HALK ŞİİRİNDE RUMELİ

KIRIM'DAN GELİRİM
Kırım'dan gelirim, adım Sinan'dır
Kılıcımın suyu kandır, dumandır
Haber geldi, Macar Tuna'ya inmiş
Haddin bildirmeğe ahdim yamandır

Gâh köle olursun ve gâhi âsi
Er, sözün fehmetmez elin kahpesi
Gizli işim yoktur, bilmeyen varsa
Dizgin kırmak olmaz meydan burası

Kırım'dan gelirim, atım Arap'tır
Gizlenme Nemçeli, meydan burdadır
Macar illerinde bilemeyen varsa
Meydan okumak'çün Sinan burdadır

EĞİN TÜRKÜSÜ
Eğin dedikleri bir küçük şehir
Ana ben cahilem, çekemem kahır
Yediğim avudur, içtiğim zehir

Ya ben ağlamayım kimler ağlasın
Bu garip gönlümü kimler eğlesin

Eğin viran olmuş baykuşlar öter
Diken olan yerde bir gül mü biter
Benim bu derdime derman mı yeter

Ya ben ağlamayım kimler ağlasın
Bu garip gönlümü kimler eğlesin

Her sabah, her sabah okunur ezan
Takatim gelmiyor, gurbeti gezen
Okumuş değilem bir nâme yazan

Ya ben ağlamayım kimler ağlasın
Bu garip gönlümü kimler eğlesin

ŞÜKRİYE
Gradişte bağlarında iki asma daldırma
Şimdi gelecek Şükriye'me iki Sırplı candırma
Ah dedim vah dedim Şükriye'me doyamadım.
Gradişte bayırında güneş yayılır
Anasının kucağında Şükriye bayılır
Ah dedim vah dedim Şükriye'me doyamadım.

Tofık ener yukari maleden kundurasi kum doli
Şükriye'nin yanaklari kızılcayle pul doli
Ah dedim vah dedim Şükriye’me doyamadım
Gradişte bağlarında Şükriye'm uçkurun çözüldi
Bu duyulunca dilber Şükriye'm nişanımız bozuldi

Ah dedim vah dedim Şükriye'me doyamadım
Ah dedim vah dedim Şükriye'mi alamadım.

ALİŞ'İMİN KAŞLARI KARA
Alişimin kaşları kara
Sen açtın sineme yara
Bulamadım derdime çare
Görmedin mi ah civan Aliş'imi
Tuna boyunda

Evleri var hane hane
Benleri var tane tane
Saramadım kane kane
Görmedin mi ah civan Aliş'imi
Tuna boyunda

Aliş'im yatır yol boyunda
Benleri var sol kaşında
Yazık oldu genç yaşında
Görmedin mi ah civan Aliş'imi
Tuna boyunda
Görmedin mi ah arslan Aliş'imi
Tuna boyunda

MANASTIR TÜRKÜSÜ
Manastır'in kapısında bir harap kışla
Sürme yolcu kır atını biraz yavaşla
Dinleyeyim içli içli türküye başla
Manastırlı bir yar sevdim kavuşamadım
Bağlıyım ben bu illerden savuşamadım
Yine dolu genç kızlarla çeşmenin başı
Aradım da bulamadım nazlı oynaşı
Sular gibi akar oldu gözümün yaşı
Bir sel olsam Drahor'u coşup taşırsam
Yel olsam da deli gönlü dağdan aşırsam
Dönüyormuş eski hızla Eğri değirmen
Neye dönmez bu yerlerden uzağa giden
Yar yüzünü görse idim ölüm gelmeden
Manastır'in güzelleri doğuştan yosma
Yaralıdır yüreğim üstüne basma
(Edebiyat Antolojisi III, s. 98)

ŞUMNU DİLBERİ
Sovuk sular akmaz mı?
O kız bize bakmaz mı?
Şöyle de böyle gerdana
Kızlar altın takmaz mı?
Yandım aman, Şumnu Dilberi
Yandım aman, Şumnu Dilberi
Akşama varamaycam al beni
Koynuna kucağına sar beni
Dağda tavşan olur mu?
O kıza akşam olur mu?
Gel sarılalım yatalım
Bize de sabah olur mu?
Yandım aman, Şumnu Dilberi
Dağdan kestim bir deynek
Kaftanı benek benek
Ben çakırımı görünce
Ne can dayanır, ne yürek
Yandım aman, Şumnu Dilberi

ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ'ne
Çıkayım gideyim Urumeli'ne
Arzuhal vereyim beylerbeyine
Kimleri sarayım senin yerine
Gizli gizli sevdalarımız Mehrrîet aşikâr oldu
Bu defaki ayrılık Mehmet babandan oldu

Çıkayım gideyim bir uçtan uca
Göstereyim sana ayrılık nice
Kurbanlar keseyim geldiğin gece
Gizli gizli sevdalarımız Mehmet aşikâr oldu
Bu defaki ayrılık Mehmet Mevlâ'dan oldu

ESTERGON KALESİ

Estergon kalesi su başı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yar peşinde, yar ondan ırak

Akma Tuna akma, ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım

Estergon kalesi su başı kaya
Kemirir gönlümü aşk denen bela
Çektiğimi hoş gör gel etme cefa

Akma Tuna akma, ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım

Estergon kalesi su başı hisar
Kafir bayrağını burcuna asar
Baykuşlar çağrışır, bülbüller susar

Akma Tuna akma, ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım

Estergon kalesi su başı kale
Göklere ser çekmiş burçları hele
Biz böyle kaleyi vermezdik ele

Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım

Estergon kalesi papazla doldu
Ay tutuldu, güneş buluta girdi
Neneler karadan yaslar bağladı

Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım

BUDİN TÜRKÜSÜ

Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi
Gül alıp satmanın zamanı geldi
Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i

Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i

Budin’in içinde uzun çarşısı
Orta yerde Sultan Ahmet camisi
Kabe suretine benzer yapısı
Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i

Budin’in içinde serdar kızıyım
Anamın babamın iki gözüyüm
Kafeste besili kınalı kuzuyum
Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i

Cephane tutuştu, aklımız şaştı
Selatin camiler yandı, tutuştu
Hep sabi subyanlar ateşe düştü
Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i

PİLEVNE İÇİNDE ORDU KURULDU

Pilevne içinde ordu kuruldu
Osman Paşa sol yanından vuruldu
Kırk beş bin askerle esir tutuldu

Giderim giderim Balkan tükenmez
Arkama bakarım bir imdat gelmez

Tüfengimin ucu gümüşten işli
Sırma bıyıklarım çürüdü düştü
Dil bilmez kazaklar başıma üştü

Giderim giderim Balkan tükenmez
Arkama bakarım bir imdat gelmez

PİLEVNE’DEN TOPLAR ATILDI

Pilevne’den toplar atıldı
İslam Bulgar’a katıldı
Haberin olsun Sultan Hamit
Rumeliler satıldı

Çadırımız mavi beyaz
Bu sene gelmedi mi yaz
Aman katip haller yaman
Beni başka deftere yaz

Karadeniz dalgalandı
Orta yeri halkalandı
Kör olası Damat Paşa
Moskof ile ne laflaştı

Karadeniz akıp gider
Etrafını yıkıp gider
Sağ olası Osman Paşa
Bulgarları kırıp gider

Karadeniz akmam dedi
Ben Tuna’ya bakmam dedi
Yüz bin Kazak gelmiş olsa
Osman Paşa korkmam dedi.

DEBRELİ HASAN TÜRKÜSÜ

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan, Karakedi dinlesin

Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan, dostlar dinlesin

Drama köprüsü Hasan dardır daracık
Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan, Karakedi dinlesin

Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
Ecel şerbetini Hasan gece mi içtin
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan, dostlar dinlesin

KALK GİDELİM ŞAZO

Kalk gidelim mori Şazo
Orman bağlarına
Toplayalım mori Şazo
Rezeke üzümü

Götürelim Mori Şazo
O hayin anana
Yandi Kumanova
Tutuştu Preşova
Üsküp’ün içinde
İdriz Bey hovarda

Bina bina mori Şazo
Yüksek çardaklara
Korkarım bire Oga
Belim kırılacak
Yandi Kumanova
Tutuştu Preşova
Üsküp’ün içinde
İdriz Bey hovarda

ARDA BOYLARI

Arda boylarına ben kendim gittim
Dalgalar vurdukça can teslim ettim
Arda boylarında ardıç yararlar
Recep’i beğenmediler, zengin ararlar
Arda’nın suları bal gibi akar
Benim imansız babam paraya tapar
Saat beşte vardım al beni diye
‘Yarın halay gelecek, alamam’ dedi ye
Arda boylarında sarı karınca
Nerelere varayım sabah olunca
Kara duran dedikleri bir kaplı meşe
Benim sevgili Recep’im bir top menekşe
Arda boylarında bir sürü kuzu
Ardalar aldı ya kınalı kızı
Havya havya Recep’im senin olayım
Ardalar almış a nerde bulayım
Arda boylarında bir sıra erik
Dalgalar üstünde bir arka pelik
Yakın bana ingeler , kınamı yakın
Yarın halay gelecek, doyunca bakın
Öteden gelen ceketim bana dar geldi
Anamdan ayrılmak bana zor geldi

ŞU VAPORNIN DUMANI
(Muhacir cırı/Muhacir türküsü)

Şu vapornın dumanı budak budak
Ketti Dobroca halkı, kalmadı kuvnak.

Şu vapurun dumanı budak budak
Gitti Dobruca halkı, kalmadı mutluluk

Ketecekni eşitip satıp savdılar
Katsın karip macirler portka cavdılar.

Gideceğini işitip satıp savdılar
Ne yapsın garip muhacirler limana yağdılar

Purtlar baylı, biz azir, kââtimiz kelmiy
İşimizden kan taşa, kimseler bilmiy.

İskele bağlı, biz hazır, kâğıdımız gelmiyor
içimizden kan taşıyor, kimseler bilmiyor

Ot bastırıp şıktık biz kapını şeklep
İskelede turamız, vapor beklep.

Ateşi bastırıp çıktık biz kapıyı kilitleyip
İskelede duruyoruz, vapur bekleyip

Keldi davuldap vapor, portka yanaştı
Turgan uruv toplaşıp, zuv-şuv cılaştı.

Geldi gürültüyle vapur, limana yanaştı
Akraba, soy-sop toplaşıp, zuv-şuv ağlaştı

Men vaporga mingende kondıram kaldı *
İpekli mendilimni dalgalar aldı.

Ben vapura bindiğimde kunduram kaldı
İpekli mendilimi dalgalar aldı.

Men vaporga mingende vapor sallandı
Kateceğim bilmedim, baştın aylandı

Ben vapura bindiğimdevapur sallandı
Ne yapacağımı bilmedim başım döndü

Keldi mecalinen vapor, kaldırdı bizni
Yaşasın Kemal Paşa, aldırdı bizni!

Geldi, kuvvetle vapur bıraktı bizi
Yaşasın Kemal Paşa aldırdı bizi!

MAYADAĞ'DAN KALKAN KAZLAR
Mayadağ'ın yıldızıyım
Ben annemin bir kızıyım
Efendimin sağ gözüyüm

Vardar akar lüle lüle
Sesi de benzer bülbüle

Mayadağ'dan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar
Yârimin yüreği sızlar
Eylenemem aldanamam
Ben bu yerlerde duramam

Vardar ovası, Vardar ovası
Kazanamadım rakı parası

Vardar akar hızlı hızlı
Kenarları karlı buzlu
Kara kaşlı yar bana bakar
Sen misin Vardar güzeli

EDİRNE'NİN ARDI BAĞLAR
Edirne'nin ardı bağlar
Meriç akar, moru Dankilo'm sular çağlar,
Eşinden ayrılan ağlar
Ay oldu mu, moru Dankilo'm duyuldu mu?
Hacıoğlu Mestan gibi vuruldu mu?
Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın moru Dankilo'm beni baştan
Ayırdılar beş kardaştan
Ay oldu mu, moru Dankilo'm duyuldu mu?
Hacıoğlu Mestan gibi vuruldu mu?

PERPERİK BOYLARINDA
Perperik boylarında
Dolma boylu Feride'm,
Tütün mü dikersin,
Tütün değil meramın,
Mehmedini beklersin

Aman kuzum, ağacığım,
Canım Kâzım ağacığım,
Ben sana yâr olmam,
Öldürseler duramam,
Mehmedimden ayrılmam

Perperik boylarında
Kara gözlü Feride'm
Buldum a izlerini
Tütün tarlalarında
Dolma boylu Feride'm
Öptüm e gözlerini

Aman kuzum, ağacığım
Canım Kâzım ağacığım,
Ben sana yar olmam,
Öldürseler duramam,
Mehmedimden ayrılmam

Perperik boylarında
Dolma boylu kız Feride'm,
Kuzu mu güdersin,
Kuzu değil meramın,
Dolma boylu kız Feride'm,
Mehmedini beklersin.

Aman kuzum, ağacığım,
Canım Kâzım ağacığım,
Ben sana yâr olmam,
Öldürseler duramam,
Mehmedimden ayrılmam.

SİMİTÇİ
Simitçi satar simidi
Elinde altın dividi
Çim sevmez senin cibi yiğidi
Beyim aman aman

Çor olsun Ermeni cüzeli
Var olsun Vıçıtırn dilberi

Bakaldan aldım çerezi
Elinde altın terazi
Çim sevmez senin cibi beyazi
Beyim aman aman

Çor olsun Ermeni cüzeli
Var olsun Vıçıtırn dilberi

Yeni odanın camlari
Yandi yandi telli mumlari
Ummazdım senden bunlari
Beyim aman aman

Çor olsun Ermeni cözeli
Var olsun Vıçıtırn dilberi

NE GEZERSİN ROMEN KIZI
Ne gezersin Romen kızı Tuna boyunda
Hem gezersin hem ağlarsın yârin koynunda

Doğru söyle Romen kızı annen var mıdır
Ne annem var ne babam var öksüz kalmışım

Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni
Alayım da gurbet elde sarayım seni

YUSUF'UM TÜRKÜSÜ
Kırcalı'yla Arda'nın arası
Saat sekiz sırası Yusuf um
Saat sekiz sırası
Civan da Yusuf umu Ardalar aldı ya
Yoktur ya çaresi

Aman be deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız

Çıkar abanı poturunu Yusuf’um
Dalgalar alacak Yusuf’um
Dalgalar alacak
Ben sana demedim mi canlarım Yusuf’um
Kayıklar batacak

Aman be deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız

Çıkar abanı poturunu Yusuf’um
Kardeşin giyecek Yusuf’um
Kardeşin giyecek

Senin de sevdiceğin kız Feride'yi
Ellere yermeyecek

Aman be deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız

Arda boylarından Kırcalı'ya
Kimler gidecek Yusuf’um
Kimler gidecek
Civan da Yusuf’umun garip annesine
Kimler haber verecek

Aman be deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız




YENİ TÜRK ŞİİRİNDE RUMELİ

ZIYA PAŞA (1825-1880)

GAZEL
Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm;
Dolaştım mülk-i İslâmı, bütün viraneler gördüm.

Bulundum ben dahi darüşşifa-yı Babıâlide,
Felâtunu beğenmez anda çok divaneler gördüm.

Cihan namındaki bir maktel-i âme yolum düştü;
Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm.

Huzur-ı kûşe-i meyhaneyi ben görmedim gitti,
Ne meclisler, ne sabahlar, ne işrethaneler gördüm.

Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrîn;
Bu işretgehte, ben çok durmadım, amma neler gördüm.

MARŞ
Feth için âdâyı ferman ayledi Sultânımız,
Koymuşuzdur biz anın yoluna baş ü canımız,
Şan için bizce ne devlettir dökülmek kanımız.
Kahraman bir askeriz Osmanlıdır unvanımız,
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız.

Din ü Devlet uğruna a'dâmıza açtık sefer,
Hanumanın eyleriz bir hamlede zir ü zeber,
Rehnümamızdır liva-yı nusret-i feth ü zafer.
Kahraman bir askeriz Osmanlıdır unvanımız,
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız.

Bir zaman İran ü Turan oldu hep pâ-mâlimiz,
Bir vakit Alman Macar olmuştu kendi malimiz,
Hâsıl oldu saye-i Şahane'de amalimiz.
Kahraman bir askeriz Osmanlıdır unvanımız,
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız.

Hak bize sahib-kıran bir padişah etti atâ,
Bir kılı uğrunda bin bir canımız feda,
Hep o şahın feyz ü ihsaniyledir kim ey Ziya.
Kahraman bir askeriz Osmanlıdır unvanımız,
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız.

NAMIK KEMAL (1840-1888)

VATAN MARŞI
İşte adû karşıda, hâzır silâh
Arş yiğitler vatan imdadına
Arş ileri, arş, bizimdir felah
Arş yiğitler vatan imdadına.

Cümlemizin vâlidemizdir vatan
Herkesi lûtfıyle odur besleyen
Bastı adû göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdadına.

Şan-ı vatan hıfız-ı bilâd ü ibâd
Etmediler süngümüze istinâd
Milleti eyler misiniz nâmurâd
Arş yiğitler vatan imdadına.

Rehberimiz gayret-i merdânedir
Her taşımız bir nice bin cânedir
Câne değil meyi bugün şânedir
Arş yiğitler vatan imdadına.

Yâre nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rütbesidir askerin
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdadına.
(Vatan Yahut Silistre, s. 73)

PLEVNE
Plevne'de biz askeriz şanlıyız
Çatal yürekliyiz çifte canlıyız
Demir vücutluyuz ateş kanlıyız
Hem Osman Paşalı hem Osmanlıyız.

BİR MUHACİR KIZININ İSTİMDADI
İşte şu mazlumun teni,
Bak lekelenmiş dâmeni,
İnsan mı sandın düşmeni?
Allah için öldür beni,
Allah hıfzetsin seni.

Gelmekle bir kız yanına
Kaçmak düşer mi şânına?
Verme zarar imânına.
Allah için öldür beni,
Allah hıfzetsin seni.

Bâr oldu cismim duşuna,
Kan oldu bak ağuşuna.
Girmez mi nâlem gûşuna?
Allah için öldür beni,
Allah hıfzetsin seni.

Yekser mezar oldu vatan,
Boynumda hâzırdır kefen.
Âdâya fırsat değmeden,
Allah için öldür beni,
Allah hıfzetsin seni.

Artık çalışma çareme,
Düşmenle gel gir areme,
Bir kurşun at da yâreme,
Allah için öldür beni,
Allah hıfzetsin seni.

MEHMED AKİF ERSOY (1873-1936)

HAKKIN SESİ'nden
Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...
Arnavudluk yanıyor... Hem bu sefer pek müthiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tufan ki: yakıp yıktı bütün vadiyi!
Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...
Yalnız bir kuru çöl var ki, ne sorsan hâmuş!

Âşinâ çehre de yok, hiç birinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayatın, hani, ecsadı da yok!
Yoklasan külleri, altından, eminim, ancak,
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!
Baba! En sevgili annem, o senin öz vatanın
Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın?

Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...
Öyle bir gitti ki hem: bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da görseydin acaba?
“MEŞHED“'in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felâket: Dönüversin de mescid ahıra,
Hırvat'ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bari bir hatıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri!

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız KOSOVA!
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?
Hani sinende yarıp geçtiği yol YILDIRIM'ın
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şah-i şehid?

Ah o kurban'ı, zafer nerde bugün? Nerde o iyd?
Söyle, meşhed, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende MURAD'ın iki üç damla kanı?
Ah MEŞHED! O ne? Sahandaki meyhane midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymane midir?
Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırb'ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Neye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?

İşte, ey unsur-ı isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti!
Ya neden beklemiyordum bu rezil akıbeti?
Hani, milliyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydına milliyetine.
Arnavudluk ne demek? Var mı Şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arab'ın Türk'e; Laz'ın Çerkez'e, yahud Kürd'e;
Acem'in Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde?
Müslümanlıkta 'anâsır'mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel'in ediyor Peygamber.
En büyük düşmandır Rûh-ı Nebi tefrikanın;
Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın!
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

Artık ey millet-i merhume, sabah oldu, uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Arablık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşan'ın ilâhi sözünü.
Türk Arab'sız yaşamaz. Kim ki 'yaşar' der delidir.
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa, zira sonu hüsran-ı mübîn
Ne hükümet kalıyor ortada, billâh ne de din!

"Medeniyyet!" size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavudlar size ibret olacakken, hâlâ.
Ne bu şûride siyaset, ne bu fasid dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um,.
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...

VAİZ KÜRSÜSÜ'nden

Edirne Kal'asıdır gördüğün hisar-ı mehib;
O zirvesinde biten simsiyah ağaç da: salib!
MURAD-I EVVELİ sırtında gezdiren tepeler
Nasıl rükû ediyor Ferdinand'a, bak, bu sefer!
Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?
Çeken: Savof... Lala Şahin değil, kuzum, iyi bak!
Edirne... İşte o İslâmın âhenin sûru;
Edirne...işte o Şarkın cebin-i mağruru;
İkinci arş-ı taâlisi Âl-i Osman'ın:
Birinci mevki-i feyyazı belki, dünyanın;
Edirne... İşte o İstanbul'un demir kilidi;
Sefil ayakları altında Bulgar'ın şimdi!
Muzaffer ordusu hakkıyle intikam alıyor:
Çoluk, çocuk, kadın, erkek, ne bulsa parçılıyor.

Meriç'le Tunca'nın üstünde gördüğün kümeler
Nedir bilir misin? Enkaz-ı târımar-ı beşer!
Saray içinde bîçareler ki hepsi kadın...
Kenara vurmuş olan kısmıdır bu ecsadın!
Nazarlarında sönen gözlerin sönük nazarı;
Kulaklarında civarın enin-i muhtazarı;
Kucaklarında birer na'ş-ı pare pare defîn...
Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik... Ne hazin!

Gümülcine'yle havalisidir ki, bir canavar
Bu melanetleri yapmaz -meğer ki Bulgarlar!-
Ne ihtiyar seçiyor, bak, ne kimsesiz tanıyor;
Beş altı günde otuz bin adam boğazlanıyor!
Pomakların deşilip süngülerle vicdanı;
Alınmak isteniyor tâ içinden imanı!
Birer birer oluyor ırzı, malı, yurdu heder...
Gidince hepsi elinden: "Ya Bulgar ol, ya geber!"

Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova!
Şimale doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova,
Fezay-i mahşere dönmüş giriv-ı matemden...
Hem öyle arsa-i mahşer ki: Yok şefaat eden!
Ne bir yaşındaki masum için beşikte hayat;
Ne seksenindeki mazlum için eşikte necat;
O baltalarla kesiktir; bu süngülerle delik...
Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik.

Şişip şişip gidiyorsun, değil mi, ey Vardar?
Ya boğduğun kadının, erkeğin hesabı mı var!
Mezarı olmuş iken bunca na'ş-i mevvacın,
Cenaze yutmaya hâlâ mı doymaz emvacın.
Ne oldu yâdına her gün hutur eden o nukuş?
Nedir bu göğüsüne çökmüş sevad-i cûşa cûş?
Neden kısıldı muhitinde çağlayan nağamat?
Bir âşinâ sesi duysaydım ölmeden... Heyhat!

Selânik'in, Siroz'un, bak, o nâmdar ovası,
Kimin elinde bugün, hangi haydudun yuvası?
Zemini öyle boyanmış ki hûn-i İslama:
Kızıl kesafeti çökmüş cebimi eyyama!
Kızıl ufukların altında kıpkızıl her yer...
Kızardı baksana, dağlar, kızardı vadiler;
Kızardı çehre-i dünya; kızardı ruy-ı sema;
Fakat şu mavili bayrak kızarmıyor hâil
(Safahat, s. 203-294;)

ZİYA GÖKALP (1876-1924)

BALKANLAR DESTANI'ndan
Borular çalındı: Silâh başına!
Düşündüm girmişim on beş yaşına,
Öküzü bağladım sınır taşına,
Döğeni bıraktım harman içinde.

Yerinde sayamaz bir Türk neferi
Kalbi daim onu sürer ileri.
Geri almak için eski yerleri
Ahdi vardır onun vicdan içinde.

Ordudur Türklerin ana kucağı,
Harp yeri onların baba ocağı
Ulaştık menzile bir akşam çağı
Göründü Karadağ duman içinde.

Sabahı bir hücum borusu vurdu,
Düşmanın üstüne atıldı ordu.
Arslanlar ne türlü kırarsa kurdu
Savaştık o yolda düşman içinde.

Yıldırım kanatlı, kasırga canlı
Bir şahin sürüsü gibi Osmanlı
Soldadır: Gözleri ateşli kanlı
Kaldı dağlar, taşlar tufan içinde.

UHUVVET ŞARKISI
Osmanlıyız, kardaşlıkta kanunumuz ezeli.
Bir milletiz, Mihal Gazi ordumuza gireli,
Din farkını aramamak hepimizin emeli.

Bir vatanın evlâdıyız, mezhep bizi ayırmaz;
Acem bizi esirgemez, Firenk sizi kayırmaz.

Bir toprağın gıdasıdır cismimize kan veren,
Bir iklimin havasıdır kanımıza can veren,
Bir Allah'tır insanlara İncil ve Kur'an veren.
Bir vatanın evlâdıyız, mezhep bizi ayırmaz;
Acem bizi esirgemez, Firenk sizi kayırmaz.

İslâm olan beş vakitte camiine gitmeli,
Hiristiyan kilisede kulluğuna yetmeli,
Din başkadır, vatan başka, bunu ayırt etmeli.

Bir vatanın evlâdıyız, mezhep bizi ayırmaz;
Acem bizi esirgemez, Firenk sizi kayırmaz.

Gökte, yerde iki hilâl karşılıklı kalacak,
İyilik son galebeyi kötülüğe çalacak,
Bütün dünya kardeşliğe bizden örnek alacak.

Bir vatanın evlâdıyız, mezhep bizi ayırmaz;
Acem bizi esirgemez, Firenk sizi kayırmaz.

YAŞASIN UHUVVET!..

YAHYA KEMAL BEYATLI 1884-1958

SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI'ndan
Gökte top sesleri bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kos'va'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yükselmiş sıra dağlardan mı?

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hürr ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
(Kendi Gök kubbemiz, s. 6-7)

AÇIK DENİZ'den
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melal
Gezdim o yaşta dağlan, hülyam içinde lâl,
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cetlerimin ihtirasını,
Her yaz, şimale doğru asırlarca bir koşu,
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular,
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki istemem artık ne yer, ne yâr!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu denizlerin!
(Kendi Gök Kubbemiz, s. 8-9)

AKINCI
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kaafılelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

Cennette bugün güller açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
(Kendi Gök Kubbemiz, s. 16-11)

MOHAÇ TÜRKÜSÜ
Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!

İsa Bey'in fetihte açılmış mezarlığı
Hülyama âhiret gibi nakşetti varlığı.

Vaktiyle öz vatan da bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
{Kendi Gök Kubbemize 71-72)

HÜZÜN VE HATIRA
Gurbette duyduğum sonu gelmez hüzünleri,
Yaprakların döküldüğü hicranlı günleri,
Andım birer birer, acıdım kendi halime.
Aksetti bir dakika uzaktan hayâlime.
Tenha Emirgân'ın Çınaraltı'nda kahvesi,
Poyrazla söyleşir gibi yaprakların sesi.
Hem başka hem de hayli yakın karşı mabede,
Mermerle kaplı çeşmede, mevzun kitabede,
Baktım Yesâri hatlarının bir nefisine,

Daldım coşup giden denizin mûsikîsine.
(Kendi Gök Kubbemiz, s. 110)

TUNA TÜRKÜSÜ
"Bir at düşmüş dağlar gibi yanarım"
"Güzel yurdum seni her gün anarım"
Dıştan viran bağlıyım,
İçten yanar dağlıyım;
Bırakamam yad ellere
Ben Tuna'ya bağlıyım.
Kara bağrım susuzdur,
Gözlerim uykusuzdur.

Gülüm gibi coş Tuna,
Sensiz içim boş Tuna,
Akma başka denize
Can evine koş Tuna.
Beraber çağlayalım,
Geçmişe ağlayalım.

Özlerim kucağını,
Senin eski çağını,
Başkaların elinde
Gördükçe yatağını.
Seni unutur muyum?
Ben sensiz durur muyum?

Tuna, Tuna, ah Tuna!
Dalgası siyah Tuna!
Ver bir yudum suyundan,
Vermezsen eyvah Tuna.
Hep seni özlüyorum,
Yolunu gözlüyorum.
(Edebiyat Antolojisi III, s. 95;

NÂZIM HİKMET (1902-1963)

SİMAVNE KAD1S1OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'ndan
7.
Bu orman ki Deliorman'dır gelip durmuşuz
Demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
"Malûm niçin geldik
malûm derdi derunumuz" diye
her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp,
Reaya zinciri bırakıp gelmiş,
Yani Rumeli'nde bizden ne varsa tekmil
Kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...
Bir kızılca kıyamet! Karışmış birbirine
Et, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri...

12.
Rumeli'ne ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehmed'in Selanik kalesindeki
muhasarayı kaldırarak Serez'e geldiğini duyduk. Bir an önce Deliorman'a
ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan taraflarından gelip
Serez şehrine giden üç atlı, dolu dizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin
terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm.
Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dört nala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
güz çocuklaşmış
ve hâkim dostumuz ŞÜPHE uykuda...
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir gece
çadırlarımızdan dolu dizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkelerinde
en değerlimizin
arkadan bağlanmış kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır...

Filhakika bu nal seslerini Deliorman'ın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik.
Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezit Paşa'nın diğer
tetbiratı şaibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup
Bedreddin'in müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi; çadırında uykuda
bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı
tarihindeki provakatörlerin ağababası idiler ve terkelerinde götürdükleri
esir de Bedreddin’di.

13.
Rumeli, Serez
ve bir terkibi izafi:
HUZUR-U HÜMAYUN.
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik

bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
Bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
adabü erkâniyle halledilsin iş
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu denişmend kişi
kınalı sakalını ilham-ı ilâhiye eğip,
"Malı haramdır amma bunun
kanı helâldir" deyip
halletti işi...

Dönüldü Bedreddin'e.
Denildi: " Sen de konuş."
Denildi: "Ver haberini ilhadının."

Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akar suyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi.
-Mademki bu kerre mağlûbuz
netsek, neylesek zaid.
Gayri uzatmam sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü...

14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstüne koşması gibi.
Yağmur çiseliyor.
Serez'in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânın karşısında
Bedreddin'im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırıl çıplak etidir
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.
(Nâzım Hikmet III, s. 216)

SOFYA'DAN
Sofya'ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.

Dünyayı sensiz dolaşıyorum,
böyleymiş kaderim,
elden ne gelir...

Sofya'da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya'da ağaçla insan karışmış birbirine,
hele kavak,
neredeyse odaya girip
kırmızı kilime oturacak...

Sofya şehri büyük mü?
Şehirler, gülüm, caddeleriyle defîî,
anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor.
Sofya büyük şehir...

Burada akşam deyince dökülüyor sokağa millet,
çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,
bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet
bir aşağı, bir yukarı,
yanyana, kolkola, elele...
İstanbul'da da Şehzadebaşı'nda ramazan geceleri
-Sen o devre yetişmedin Münevver-
piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok...Geçti o geceler...
Şimdi İstanbul'da olsam
aklıma mı gelirdi onları aramak?
Ama İstanbul'dan uzak
her şeyi arıyorum,
Üsküdar cezaevinin görüşme yerini bile...

Sofya'ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşerilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.
Şu gurbetlik zor zanaat zor...

24 Mayıs 1957, Varna
(Nâzım Hikmet ve Bulgaristan, s. 20)

VAPOR
Yürek değil be, çarıkmış bu manda gönünden,
teper ha babam teper,
paralanmaz,
teper taşlı yolları.
Bir vapor geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapor geçer Boğaz'a doğru
Nâzım usullacık okşar vaporu,
yanar elleri...

27 Mayıs 1957, Varna

MAVİ LİMAN
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın...

1 Temmuz 1957, Varna
(Nâzım Hikmet ve Bulgaristan, s. 20-34)

TUNA ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR
Gökte bulut yok
Söğütler yağmurlu
Tuna'ya rastladım
akıyor çamurlu çamurlu.
Hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu
Tuna'nın suyu olaydın
Karaorman'dan geleydin
Karadeniz'e döküleydin
mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin
geceydin Boğaziçi'nden
başında İstanbul havası
çarpaydın Kadıköy iskelesine
çarpaydın çırpınaydın
vapora binerken Memet'le anası.

1 Haziran 1958, Viyana dolayları
(Nâzım Hikmet II, s. 188)

AKŞAM
Anadolu ovalarındaki gibi tıpkı,
havayı mavi
toz pembe
açık mor
Macar ovasında akşam oluyor,
Ağaçlar bildik ağaçlar, bizim ovadakiler,
dibinde ağaçların
akşam serinliğinde
terli, sıcak
asker kaputuna benziyor toprak,
asker kaputuna benziyor toprak,
o renkte, öyle uçsuz bucaksız
öylesine dayanıklı,
Anadolu ovalarındaki gibi tıpkı
Macar ovasında akşam oluyor.
Konuyor dallara yıldızlar
yaprakların arasına
kuşlarla beraber,
ağaçlar bildik ağaçlar, bizim ovadakiler,
benzerlik işte o kadar ama
akşammış, toprakmış, ağaçmış
bizim ovalarda çocuklar aç,
gelinler yirmi yaşında kocakarı,
bizim ovalarda öküzlerin boyu bir karış.
Bizim ovalar Macar ovası değil.

30 Mart 1954

POSTACI
—Macaristan'da yolculuk notlarından—

İnsanın, dünyanın, yurdun haberini,
ağacın, kuşun, kurdun haberini,
seher vakitlerinde yahut
gecenin ortasında
taşıdım insanlara yüreğimin çantasında,
şairlik ettim
bir çeşit postacılık yani.
Çocukken postacı olmak isterdim,
şairlik filân yoluyla değil ama
basbaya, sahici postacı.
Renkli kalemlerle çizilirdi bin türlü resim
hep aynı postacının, Nâzım'ın resmi,
Jül Vern'in romanlarıyla coğrafya kitaplarına.
İşte, köpeklerin çektiği kızağı
sürüyorum buzun üzerinde,
ışıldıyor kuzey şafağı
konserve kutularıyla posta paketlerinde.
Bering Boğazı'nı geçiyorum.
Yahut işte bozkırda gölgesinde ağır bulutların
asker mektubu dağıtıp ayran içiyorum.
Yahut ta büyük şehrin uğultulu asfaltındayım,
çantamda yazıları yalnız müjdelerin
yalnız umutların.
Yahut çölde, yıldızların altındayım,
bir küçük kız ateşler içinde hasta.
Kapı çalınıyor gece yarısı:
— Posta!
Küçük kızın gözleri açıldı mavi mavi.
Babası yarın akşam dönüyor hapisten.
O karda kıyamette bendim bulan o evi,
komşu kıza bendim telegrafı getiren.
Çocukken postacı olmak isterdim.
Oysa ki Türkiye'mde postacılık zor sanattır.
Telegraflarda envayi türlü acı
mektuplarda satır satır keder taşır
o güzelim memlekette postacı.
Çocukken postacı olmak isterdim.
Muradıma, Macaristan'da erdim, ellisinde.

Çantamda bahar,
Çantamda Tuna'nın pırıltısıyla,
kuş cıvıltısıyla,
taze çimen kokusuyla dolu mektuplar,
Moskova'ya Budapeşte'den,
çocukların çocuklara mektupları.
Çantamda cennet...
Bir zarfın üzeri:
«Memet,
Nâzım Hikmetin oğlu,
Türkiye»
diye yazılı.
Moskova'da mektupları birer birer
kendim dağıtırım adreslerine.
Yalnız Memed'in mektubunu götüremem yerine,
hattâ yollıyamam.
Nâzım'ın oğlu
haramiler kesmiş yolu,
mektubunu vermezler.

Mayıs 1954

MACARİSTAN NOTLARI

Havalandık Prag'dan
indik Budapeşte'ye.
Kuş olmak güzel şey
hattâ bulut olmak,
ama ben memnunum insan olmaktan.
En de sevdiğim unsur: toprak.
İşte belki de bu yüzdendir:
Uçağın camına dayayıp alnımı,
yahut ta abanıp bir küpeşteye
ne zaman ayrılsam topraktan
bir kederdir içime düşer,
elinin, sevgilim,
elimden sıyrılışı gibi bir keder,
tıpkı o sabahki gibi,
eşiğinde kapımızın
İstanbul'da.

Çıkarsın kış gecesi köyden
kış görünür
ovadan önce;
açarsın pencereyi yaz gecesi
yıldızlar girer odana
gökyüzünden önce
baharda ormandan önce yeşil görünür.
Budapeşte'de çocukları görüyorsun ilk önce,
evlerden önce hattâ.
Caddeler cıvıl cıvıl çocuk dolu ağzına kadar.
Hava da sıcak mı sıcak.
Bacaklarıyla belden yukarıları çıplak,
yaldızlı tenleri pırıldıyor güneşte.
Velhâsıl, al yanaklı, pıtrak elmalarıyla övünen
bir elma ağacı gibi Budapeşte.

Yeşil gözlüm,
kucağında 3 aylık bıraktım Memed'imi,
gülmeyi az buz beceriyordu,
şimdi konuşuyordur.
«Baba» demesini öğrettin mi?

Piyoner kamplarından birine gittim,
hemen o gün, şehrin dolayında.
Burda işçilerin,
köylülerin,
aydınların çocukları,
halkın yani,
yani sahici insanların,
Yani Macaristan'ı Macaristan yapanların
Etraf yemyeşil,
yapılar bembeyaz,
döşekler güneş kokuyor-

Sana bir şey söyliyeceğim,
böbürleniyorsun diyeceksin,
ama hakikat:
Çocuklar çabucak ahpap oluyor benimle.
Hapisanede pencereme gelen kuşlar da öyleydi
Ters anlama,
çocukları kuşlara filân benzettiğim yok.
Bilirsin ya, çocuklar,
hele halkın çocukları,
akıllı cesur mahlûklar,
yürekleri de gözlerinde
Aralarına alıverdiler beni.
El ele tutuştuk,
postanelerine gittik.
Telgrafçı, müvezzi, müdür, kasadar
hepsi çocuk.
Muameleleri gayetle nazik
hem de çabuk,
yani dehşetli düşmanlar bürokrasiye.
Bir kartpostal yolladım Moskova'ya,
Erol'a, oğluna Erdem'in.

Karıcığım,
geceleri kapatıp pencereleri
radyoda Moskova'yı bulup
Erdem'i dinliyorsundur yine,
mürettip Şahab'ın anasıyla beraber.
Ve harap mahallede, yıldızların altında ağustos
böcekleri
düdükleri bekçilerin,
bir de Rahmi beylerin artsız arasız uluyan köpekleri

Misafir çocuklar da vardı kampta
Koreli ve Yunan'lı öksüzler.
Kara kâkülü altından
yüzüme muhabbetle bakan
Phenyan'lı oğlancığın babasını
belki de bizimkilerden biri öldürdü
Meselâ, Süleyman,
Çankırı köylüklerinden,
dördüne bastığı halde
sıska eğri bacakları üstünde
sıtmalı, şiş karnını taşıyamıyan
Hasan oğlanın babası Süleyman.
Süleyman'a postalları giydirdiler,
eline de Amerikan tüfeğini verdiler,
beş denizin ötesine sürdüler
.....................Süleyman'ımı.

Yunanlı bir kız çocuğu sarıldı boynuma,
taze zeytin dalı gibi bir kız çocuğu
«Amca, dedi,
bizim orda,
sizin orda ne zaman böyle yerler olacak?
Ne zaman biz de misafir çağıracağız
Macar arkadaşları?
...........................................
...........................................
..........................................
1954

MACAR TOPRAĞI
Merhaba Macar toprağı,
sen bu yaz vakitleri
fırından yeni çıkmış ekmek gibisin
kabarık,
yaldızlı, esmer,
ve ekmek gibi sırlarla dolu
ekmek gibi mubareksin.

Merhaba Macar toprağı,
altındaki tohumlara
köklere, temellere, madenlere,
altındaki kemiklere merhaba.

Merhaba Macar toprağı,
üstündeki gündüzlere, gecelere,
üstündeki yapraklara,
sevdalara, türkülere,
pencerelere,
kanatlara, ellere, ayaklara merhaba.

Merhaba Macar toprağı, kardeşinden,
esir toprağımdan selâm getirdim sana.
Senin de başından geçmiş
bilirsin
esirliğin ne demek olduğunu.
İnsanın toprağına nasıl çirkin görünüp
İnsana toprağın nasıl dar geldiğini.
Sözün ağızda,
bakışın gözde donup kaldığını,
ve emeğimizin
çürük bir yemiş gibi acı olduğunu, avucumuzda.
Toprak da insan gibi,
türküler gibi tıpkı,
hürriyette bir kat daha güzelleşiyor.
Güzelleşmişsin bir kat daha Macar toprağı.

İnsanına, nimetine,
hayaline, hürriyetine,
şairine, şarabına doyum olmuyor.

Hoşça kal,
lâyık olmadığım kadar ağırladın beni.

MEMET
Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna'dan,
işitiyor musun,
Memet Memet.
Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret deli hasret
oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun,
Memet!... Memet!...

Varna 29 Mayıs 1957

BOR OTELİ

Şu Varna'da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok:
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından, parlaklığından,
kumlukta hışırtısından ölü dalgaların,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunların hışırtısı:
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
odamı dolduran hatıralardan:
İstanbul'dan çıkıp
Boğaz'ı geçip
odamı dolduran hatıralar,
kimisinin gözü yeşil,
kimisinin bilekleri kelepçeli,
kimisinin bir mendil var elinde,
lavanta çiçeği kokuyor mendil.
Şu Varna'da uyumanın yolu yok, gülüm,
Şu Varna'da Bor otelinde.

2 Haziran 1957

BALKON
Kurort-Varna'da, Balkan-Turist'te balkondan
bakıyorum:
Yol, ağaçlar,
ağaçlardan sonra kum,
ötesi gökle deniz olacak,
yok,
ne gök, ne deniz,
kumun ötesi yalın ışık,
ışık uçsuz bucaksız.
Havada bir de gül kokusu var.
yanıyor insanın genzi.
Gülleri görmüyorum,
ama belli kokularından
hepsi koskocaman
hepsi kıpkırmızı.
Lehli turistler plaja iniyor,
sarışın, pembe, çıplak.
Tepemde bir kırlangıç dönüyor,
kanatları kara, göğsü ak.
Arıya benzer yeri yok, ama
yine de benziyor arıya.
Bir kaybolup bir görünüyor,
iniyor, çıkıyor cıvıldıyarak
kendi cıvıltısıyla sarhoş.

Mavi çanakta cacık.
Peynirli pide getirdiler
-İstanbul'dayım sanki-
peynirli pide getirdiler,
susamlı, sıcak sıcak, yumuşacık.

Varna'da bu yaz günü,
çok hasta, çok muhacir şair için bile,
bütün büyük lâflardan uzak
bir bahtiyarlık - yaşamak..

Varna 3 Haziran 1957

VARNA ŞİİRLERİNDEN
Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana da böylesi gerek,
of, of,
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.

5 Haziran 1957, Varna

DİKİLİ TAŞLAR

Düştük Varna'dan bre dilber aman, Sofya yoluna.
Yol boyu ceviz.
Kokusu kına, kokusu yeşil.
Yol ceviz değil, bre dilber aman, biz cevizdeyiz.
Yolda rastladık ölen kayalar mezarlığına.
Vardık yanına.
Yüce mezarlık.
Taşlar, dağılmış cesettir, yatar,
taşlar, dikilmiş durur ayakta,
çürür ayakta,
yüreklerini yel oyar gider.
Bir böyle keder, bre şahin aman, ben bilirim ben.
Bu nasıl kader!
Kımıldamadan toz toprak olmak!...
Bir acı firak, bir kara duman, bre şahin aman.
Bu nasıl kader!
Bir böyle keder,
böylesi, gülüm,
bir bana malum...

6 Haziran 1957 Varna

SOFRA

Şu Varna deli etti beni,
divâne etti.
Domates, yeşil biber, kalkan tavası,
radyoda 'Ha uşaklar', Karadeniz havası,
rakı kadehte arslan sütü, anason,
uy anason kokusu,
ahpapça, kardeşçe konuşulan dilim....
A be islâh be, islâh be hâlim...
Şu Varna deli etti beni
divâne etti...
6 Haziran 1957

MÜNEVVER'DEN MEKTUP ALDIM DİYOR Kİ:
Anlat bana doğduğum şehri, Nâzım.
Sofya'dan pek küçükken çıkmışım
ama bulgarca bilirmişim...
Sofya nasıl şehir?
Dinlerdim anamdan,
Sofya ufacıkmış,
büyümüştür,
düşün,
kırk bir sene geçmiş. .
Bir 'Park Boris' varmış o zaman.
Dadım sabahlan götürürmüş beni.
Sofya'nın en büyük parkı olacak.
Orda resimlerim çekilmiş, durur.
Bol güneşli, bol gölgeli bir park.
Git, orda otur.
Belki rastlarsın önünde oynadığım sıraya.
Ama sıralar kırk yıl dayanmaz ya,
onlar da çürüyüp değiştirilmiştir.
En iyisi ağaçlar,
ağaçlar anılardan uzun yaşar.
Git, orda en yaşlı kestanenin altında otur bir gün.
Herşeyi unut,
ayrılığımızı bile,
sade beni düşün

1957

MÜNEVVER'E MEKTUP YAZDIM DEDİM Kİ:
Ağaçlar duruyor, eski sıralar ölmüş.
'Park Boris', 'Hürriyet Parkı' olmuş.
Sade seni düşündüm kestanenin altında,
sade seni, yani Memed'i,
sade seninle Memed'i, yani memleketimi..

2 Haziran 1957 Varna

CEVAT ÇAPAN (1933)

GİRİT'TEN BİR MÜBADİL

Deniz kıyısındaki
o ahşap ev yıkılmadan,
taşlığında acı suyunu
kova kova çekip
taraçaya döken yorgun ihtiyar
Girit'ten getirdiği kitaplarını
kiloyla eskiciye satmadan,
teneke kutularda karanfil yetiştirir,
nargilesini fokurdatırdı denize karşı.

Deniz yumuşak dalgalarla,
sallar, uyuturdu evi.
Evdeki öksüz kızlarını düşünürdü adam,
Kim bilir kimlerle evlenip
nerelere gideceklerini.
Arada bir gemi geçip giderdi
uzaktan
uzaklara.

SAİT FAİK ABASIYANIK (1906-1954)

BİR MASA
Bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandra'mla benim için
Bir masa
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan
Aleksandar'm mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu.
(Şimdi Sevişmek Vakti, s. 232)

DELİ ÇAY
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş
Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam.
Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri.
Çocuklarla beraber aynı rüyayı
Çırılçıplak çınarların
Bütün ovayı süzen
Minare boyu tepelerinde
Kargalar.
Çocuklarla beraber
Aynı yaz rüyasını;
Sütlü mısırları
Karpuz çekirdeklerini
Olgun Vodina kavunlarının altın içini
Kafalarını kanatlarının altına sokup üşüyerek
Aynı yaz rüyasını görmekteler.
Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı.
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket.

Geceleyin üç ayaklı titrek masalarda oynanan
Kazıklı prafa partilerinin
Bıçak çektirdiği lüks lâmbalı kahveler...
Evvelâ tavuklar ve kazlar bağrıştı.
Yün yorganların altında terlemiş
Mahmur kızlar uyandı, delikanlılı uykularından
Bütün cümle kapılar açıldı.
"Deli Çay'ı bırakmadılar, serbest girsin "
Kapılar açılmazsa kırar Deli Çay
Deli Çay muhtaçtır;
Mayıs sıvanmış ev altlarının
Sükûnetine...
Deli Çay ev altlarına girdi
Bir yılan ıslığıyle,
Ejderha kımıldanışıyle.
Ninem Kuran okudu,
Dedem küfretti Deli Çay'a
Gün doğdu
Kulübenin damında oğul,
Ana beline kadar su içinde.

Uzakta
Erenler tepesinde evliyalar;
Deniz kıyılarından getirilmiş
İki çifte bir sandalda kaymakam bey,
İçinde sandallarla gezilen şehrin minarelerinde
Deniz görmemişler deniz seyrederler

Gün doğdu:
Filizlenmiş buğday tarlaları nerde?
Nerde buzağının sırtında
Anasının dil izleri yer yer?
Nerde o tüyleri dökülmüş,
Nasırlı kara derisinde sopa izleri
Gözlerinde memleket şarkıları,
Ayaklarında memleket yolları,
Karacaoğlan şiirine benzeyen
Çakır mandalar?
Övendire nerde?
Nerde, çocukların yaz geceleri, kara samanların içinde
Keloğlan hikâyeleri anlattıkları
Üstü örtülü, kuyruğu uzun,
Şehirde Bulgaryalı Ahmet ustanın kenar tahtalarını
Çiçeklediği öküz arabası

Akşam
Sular ürperiyor.
Kulübelerin suda yüzebilen eşyalarını
Şehrin kopukları
Ziftli kara sandallarla topluyorlar
-Sahiplerine vermek için-
Uzakta, "Ormantepe"de bir silâh patlıyor
Meşhur avcı Hüseyin'in oğlu
Bin dönüm tarlasını basmış suyun
Uzaklardan, gökyüzünden çekip aldığı
Yaban ördeklerinde
Gamını defetmektedir.

Akşam oluyor
Sular ürperiyor
Dönüyor kargalar çınarlara
Şaşırmış, aç kuşlar
Aynalaşmış suyu gagalıyorlar...
Ertesi gün
Tohum çürüyor,
Su çekilip gitmiştir:
Şosenin üstünde ölü bir manda, bir koyun, bir insan
Yanlarında
Sapan, övendire, boyunduruk...
(Şimdi Sevişmek Vakti, s. 227-231)

MARİKULA DOĞUR
İstemem eski rüyalardaki kadın resimlerini:
Tombul ve beyaz.
Bana bir taze dişin, yazın kumsalda kızarmış
Tüyü altın bacağın yeter
Ve tren yollarında tüten öğlelerin...
Kışın şarap içtiğimiz kahvelerdeki
Boyalı kadınlar rüyası...bitsin.

Ne subaşlarında tavus tüyleri gibi çeşitli böceklere hasret
Ne çayır içinde gülüşen çocukların yırtık mintanları
Sen: Taze dişlerinde hıyar kokusu...
Ağzında olgun domateslerin çekirdeği,
Karpuz ve erik.

Doldursun bütün bu sahili Mârikula
Çıplak dizlerinde ağları ördüğüm zaman
Birdenbire sancılanarak yapacağın çocuklar.
Vapurlara seslenecekler Mârikula:
-Hey, kaptan dur!
Mârikula doğur!
Her dokuz ay on günde ikizlerini
Sandallar boş bekliyor.
Balık yalnız tutulmuyor Mârikula;

Bacakları çevik çocuklarım sendedir!
Doğur Mârikula doğur!
(Şimdi Sevişmek Vakti, s. 236-237)

OKTAY RİFAT (1914-1988)

FATİHİN RESMİ
Ayasofya kubbesinde ak bir bulut
Baktım, gitti gider. Balrengi tesbihim
Kehribar günler, düştü yaprak ve umut,
Güz yağmuru indi camdan düğüm düğüm.

Benimdi savrulan kaftanlar, benimdi
Atların boynu, yerinde yeller eser!
Surların taşlarına sürdüm elimi,
Benimdi İstanbul, burçlar bana benzer.

Altın sahanlarda aş yedim, su içtim
Altın kupadan, zorlu Tuna'dan geçtim,
Ben Sulan Mehmet, Avnî, tuğlarla yüce

Bir resimde kaldım cüce, ben değilim,
Sarığım, soğuk kürküm, kokusuz gülüm,
Ararım, aranırım yerde delice.
(Elleri Var Özgürlüğün, s. 277)

KADEH
Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü.
(Yaşayıp Ölmek Aşk Ve Avarelik Üstüne Şiirler, s. 139)

HÜRREM SULTANA GAZEL
Bu dünyayı seninle sevmiştim, Hürrem!
Öldürür diriltirsin, Mesih'im, Zühre'm!

Karun'ca mal yığsam ben neylerim sensiz,
Neylenir saltanat sensiz, gözüm, gözdem!

Allar kuşan, has bahçeden güller takın,
Bir düştür seyrettiğin aynadan madem!

Gel kavuş akşamla, desinler: "Ay doğmuş!
Dağılmış, müjdeler olsun, zülüf, perçem!"

Yüzgörümlük Eflak ve Buğdan, dilersen
Bu can var, esirgenmez, iste bir tanem!
(Elleri Var Özgürlüğün, s. 280)

MISIR DÖNÜŞÜ
Doldur kadehimi, Hasan can! Güneşe
Tutsam derimi, ısıtmıyor. Bu mintan
Kefenden daha soğuk.! Versem ateşe
Girit ve Rodos'u, kızoğlankız, civan,

Kırk Macarlı odalık, bel, kasık, meme,
Dizsem karşıma, nafile! Ne Çaldıran,
Ne Şam, Mısır, su serpmez yavuz gönlüme,
Bir çeki taşı gibi üstümde Zaman

Ve soyulmuş etimde bin sırtlan anı.
Varın gidin cellata, vurulsun boynu
Yunus vezirimin! Hasan can, şarap koy

Ki dönsün fırıl fırıl yer gök ve saray,
Arap, Acem mülkü bütün, diyar-ı Rum!
Ayna tut, yüzümü görmek istiyorum!
(Elleri Var Özgürlüğün, s. 275)

NİKO'NUN KAHVESİ
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Niko susar. Onun sessizliği bürümüş
Masaları. Onun yalnızlığıdır, kireç
Badanalı, yamrı yumru, bu ak duvarlar.
Semaverin hemen yanıbaşında durur
Köstence'de bir dükkândan aldığı gemi.
Bu resim Pire'nin, bu böcekler Batum'un,
Bu ağlar tonla balık akıttı karaya.
Niko, eski yazlarda çığrışan martılar,
Zıpkından kurtulmuş kılıçlar, ahtapotlar
Ve en sıcak güneşlerle karmış harcını
Kahvesinin. Lipsoslar yine derindedir.
Orfos, beygir gibi kısar kulaklarını
Kefalos'taki sivri taşın kovuğunda.
Morumsu işkineler, oynatarak ağır
Ağır kanatlarını, bakarlar Niko'ya.
Boz bulutlar gibi çatısında denizin
Uskumru sürüleri devinir yukarda.
Gölgesi vurur tırandilin ışıltılı,
Yosunların, kara süngerlerin üstüne
Ey kancık ve oynak deniz dibi burdasın,
Burdasın sen! Şu tüten dumandasın! Çayda,
Tabakta, dolaptasın! Seni verir Niko
Liranın üstünü uzatırken, seni yer,
Seni içer cıgarasında, seni uyur,
Seni bilir, seninle yatar geceleri.
Bir yelkenli süzülür kapıdan. Bir yengeç
Köşedeki masada yumar gözlerini,
İri bir mercan keser oltayı ve dalar.
Voliden sonra denize atılan, ezik,
Iskarta balıklar gibidir, başı sonu
Olmayan anılar. Niko atar onları.
Düşler, bu kahvede yavru kediler gibi
Oynaşırlar ayakaltında. Tutarsınız
Birini, dizinize alır okşarsınız.
Ana uzaktadır, peykede güneşlenir
Niko da uzaktadır. Durulan denize
Ve maviye benzer. Yudumlar bulut rengi
Akşam rakısını. Çatalının ucunda
Tuzlu bir kalamar parçası, tabağında
Bir düş kırıntısı, bir zeytin, dalar gider.
Karagözle gezer, harmanlar sinaritle.
Yıldızlarla düşüp kalktığı günler gelir
Aklına, tek katlı evler, damlar. Bir ırıp
Dizisi, Akdeniz rüzgârlarıyla yüklü
Kuzeyden güneye iner ay ışığında.
Bir deniz feneri karışır aramıza.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun!"
Zaman genişler ve çoğalır her yudumda.
Bakarsınız bir çitlembik çevrilir camda
Çok eskiden gidilmiş limanlara doğru.
Ve bir zakkum kokmaya başlar, bodur, tozlu.
"Ah, havalar hep böyle güzel gitse, Niko!"
Oturur beklersiniz. Kimi beklersiniz?
Neden beklenen gelmez bir türlü! Sesleri
Dinlersiniz, o deniz ötesi sesleri
Yoksa şehirler midir özlenen, o yeşil,
0 kırmızı cam toplar mı manavlardaki,
Boncuklu kapılar mı, renkli kâğıtlar mı,
Karpuz sergileri mi, küçük berberler mi,
Yoksa güverteler, direkler, lombozlar mı?
Havaya benzer insanoğlu, bilinmez ki!
şiir horoz öter uzaklarda, deniz parlar.
Kuytu kahvesinde Niko'nun, kimi dönük,
Kimi yan, kâğıt oynar birtakım adamlar,
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun,
Koyulsun kederimiz! Efkârlıyım bugün!"
(Elleri Var Özgürlüğün, s. 224-226)

İLHAN BERK (1916)

DÖRT KENT
-Fethi Naci 'ye-

Sofya

Alexandır Nevski kilisesinde bir kadın çocukları dolaştırıyor
Bir bahçedeler sanki. İki adam dua ediyor

Siyah bir mum gibi durmuş bir papaz bana bakıyor
Limon gibi yüzü ve uzun incecik elleri sarı

Ben ellerim cebimde yürüyorum. Ruski bulvarından sesli
geliyor
Bir kadın bir pencereden bir pencereye mi bağırıyor

Yoksa bir gül mü düştü sabaha diyorum ve tutup
Saatimi kuruyorum saatıyla bir Bulgar köylüsünün

Adının ilk harfi G'yle başlıyor G'yi söyleyemediğinden
Uzun bir sokağı soruyorum sonra durdurup bir satıcıyı

Bir kadın çünkü bir çiçeği düzeltiyor .
Anlıyorum niçin ince elleri ve beyaz yüzü

Sofya'da Dobruca sokağını arıyoruz bir öğle sonu
Hüseyin'le. O durmadan bıyıklarını yiyor.

II

Filibe

Filibe'de Vasil Kolarov caddesi (ben elimde defter
Filibe'yi yazıyorum). Nerde başlar nerde biter belli değil

Georgi Dimitrov duruyor bir dükkânın camekânlarında
Güler yüzlü, kasketli ve sakalları hafif uzamış

İki kadın karnını tutarak gülüyor bir sokakta
Ve Slav dilinde sokakların adı hep U'yla başlıyor

Bir ok işareti ve bir sözcük: İSTANBUL: 444 Km.
İstanbul bir yer altı kenti ve Haçlılar mı

Eski bir havrada günlük yutuyorum havrayla ben
Ayaktayız ikimiz de ve hiçbir şey düşünmüyoruz
(Atlas, s. 76-77)

III

Tırnova

Tırnova'da Yantra vadisi. Uzun dik ve yeşil
Ve bıçak gibi kesiyor Sveta Gora tepesini yukarılarda

Aşağılarda dinamit patlatıyorlar (Spur dağını mı deliyorlar "ne?)
Gökyüzü inip inip kalkıyor. Eski bir Ortodoks kilisesinde

Bir keşiş üç kişiye bir şeyler anlatıyor. Yüzü uzun ve
Bir karınca gibi de ince ve siyah. Yalnız yaşadığından mı

Tırnova sokakları dar ve gerçeği kadar bir Cenevizlinin
Değdin değeceksin gökyüzüne öyle yakında ve hazır

Üç ekim bin dokuz yüz altmış dokuz. Bir erik rakısı. Bir
Küba purosu
Üsküplü bir romancıyla dolaşıyorum Tırnova'yı ve hep
susan

IV

Varna

Varna'da Lenin bulvarı denizi yalayarak iniyor
Ama Georgi Dimitrov ikiye bölüyor Varna'yı

Ve denize çıkıyor Maxim Gorki bulvarının oralarda
Gidip denize dokunuyorum korkunç kımıldıyor suyun yüzü

Varna'ya bin yıl önce bir gece inmiş gibiyim
Bir çocuk elimden tutuyor ve yakamda bir çiçek gibi
yalnızlık

Uzun bir sokaktan geçiyoruz Spassiana Guerigieva ile
Ve işte birdenbire yeni Varna'dayız. Bor otelinde

Ve Nâzım'la. Sarı bıyıkları incecik İstanbul'da gibi
Dar bir sokağa sapıyoruz sonra Edip'le ya da Naci'yle belki

Varna garının saati altıyı vurdu vuracak ve gökyüzü
Kapalı. Bir adam gülleri buduyor ve kıpkırmızı yüzü

Ben İlhan Berk. Lenin bulvarında Varna'nın
Bir aşağı bir yukarı elinde rüzgârın
(Atlas, s. 78-79)

TUNA
Tuna, ey balkanlı su!
(Delta ve Çocuk, s. 38)

NECATİ CUMALI (1921-2001)

UÇANALI ZÜLFİKAR BEY'E AĞIT
Sağlığında yüzüne gülenler
Sofrasında ekmeğini yiyenler
Uykusunda pusu kurdular
Zülfikar beyi vurdular

Zülfikar bey mertti yiğitti
Fakir ağlatmadı, mazlum ezmedi
Hile nedir, şüphe nedir bilmezdi
Korkusuz uyudu, korkusuz gezdi

Var git İsmail var git, namert kişisin
Hemsen düşün hem de sana yol gösteren düşünsün
Varmayın üstüme, yeter, beni söyletmeyin
Ben bilirim dost kim, düşman kim
Bilirim kim sinsi adamlarla peşimde gezer de
Göz göze gelince başın eğer

N'olaydın Zülfikar bey n'olaydın
İsmail'e güvenmeyip teslim olaydın

Bu dağlar Uçana dağlarıdır
Manastır'dan Filorina'ya uzanır
Uçana dağlarında akan sular, uçan kuşlar
Zülfikar bey diye ağlaşır
Gayri İsmail n'etse n'eylese
İçine korku düşmüştür, yüzü karadır
Uçana dağlarına gözü pek, yüreği pek
Zülfikar bey gibi adam yaraşır
(Yeni Şiirimiz, s. 189)

ATTİLÂ İLHAN (1925)

-5. göçmenler

harmanlar devşirilip mevsim güze yetince
gayrı yağmur mevsimi başlamış demektir
şimşekler çatallanır çakar gömgök çelik rengi
ardınca gök gümbür gümbür gümbürlenir
oy yiğenim göçtü sanırsın şu dağları
sonra nasıl selli sulu indirir
dört bir yanı deryalara döndürür
çok geçmeden coşkunlaşır selleri
coşkunlaşır köpürür
yıkanır dağların tozumuş havası
çamlar ıslak ıslak kokar
gök yıkanmış toprak kokar
karderesi başlar yine hikâyesine

benden sana selâm olsun hasanbeyli yaylası
bilirim koynunda yaşıyan on sekiz hane göçmeni
vardım birisine sordum sual eyledim
hilâfsız anlattı maceralarını
şimdi erkân ile ben dahi nakleyledim
anasıl bulgaryalı imişler
kimisi filibe'den kimi Sofya'dan
toprakları bire yirmi verirmiş
karıları hünerli çocukları kıvrak
erkekleri bin türlü marifet bilirmiş
gel o taraf bulgarlık olalı beri
bir gariplik sinmiş içlerine
altın kafesteki bülbül misâli
yurt hasreti işlemiş iliklerine
gözleri hiçbir şey görmez olmuş
tarlayı toprağı sarıp savmışlar
balkan dağlarında şafak sökerken
bir sabah usul usul yola çıkmışlar
anayurda doğru göçmen kafileleri

yeni bir hayat bekliyormuş onları
tunca'nın arda'nın meriç'in gerisinde
taksim edilmiş kızanları
bölük bölük memleketin dört bucağına
hasanbeyli'ye düşmüş on sekiz hanesi
bir türlü sığmamış gözbebeklerine
ilk seferde büklüm büklüm gâvurdağları
bir heybet ki dalga dalga dağılmış
görmüş çarpılmışa dönmüşler
o eşkiya dağların kara kucağında
ne kadar küçülmüşler
ve ne kadar yabancı gelmiş
ilkin anlamışlar toprağın dilini
nasıl yer fıstığı nasıl çeltik
nasıl yazma yapraklı tütün yetiştirilir
yeni insanlar girmiş hayatlarına
erkekleri sapına kadar erkek
kadınları bakır yüzlüdür
ala gözlüdür
çobanları heyheylenir
hayvanları tez huylanır
bir baş soğan bir yumrukta ezilir
güzellere güzelleme düzülür
çok sual sorulmaz dost olmak için
çiler gönül neylesin hatırlamak bu
efkârlanır içinde bir türkü kımıldanır
meriç'i geçerken kulakları sağır olan
öğretmen eskisi düğme gözlü receb'in
yağmur hoyratça böler hatıralarını
gözleri büsbütün küçülür
neden sonra bakışıyla kucaklayarak
gâvurdağları'nın birbirine çarpa çarpa açılan
dev yelpazesini
bir tek kelime söyler ama güç duyulur
lâkin tarife sığmaz lügâta sığmaz
o kadar büyük manalar kazanır ki
şu çetrefil kıraca toprağım derken
hasanbeyli köyünün göçmen sağır receb'i
(Duvar, s. 31-34)

-1 . karşılama
balkan uykularından aşırdığım
nevâkâr üzerine hanımelleri
ne yapsam aklımdan çıkaramadığım
hanende müjgân'ın âh etmeleri
bir üsküp baharına ısmarladığım
telkari bir mülâzim'le birlikte

mustafa kemal'in boz revolveri
zehir gibi susar Selanik'te
akşama sabaha hürriyet trenleri
binbaşı enver bey eli tetikte
def gibi gerilmiş manastır şehri
bütün camilerinde sala verilir

tambur karar kıldı tâhirbuselik'te
iğdeler çiçek çiçek göğüs geçirir
yıldız yanlışlıkları gökteki delilikte
hanende müjgân mevsim değiştirir
yanya kalesi'ndeki cephanelikte
bir bulgar yakalanır komitacı

yıldız sarayına şimşekler teyellenir
rumeli'de zabitler nasıl anayasacı
ufak karafaki kavun beyaz peynir
resne'li niyazi'nin gümüşlü kırbacı
makedonya dağlarında kıvılcım beslenir
dersaadet'te ateş yakmak için
(Yasak Sevişmek, s. 80-81)

-2. Nanende müjgân'ın son günleri
ıslanır mor salkımlar dul yalnızlıklarına
dağılır uykusu
ince bir mürekkep sızar dalgınlığından
gül kurusu
suratına çarpılır her çeyrek
un ufak ederek en gizli bemollerini
ağır demir kapıları balkan savaşının
(nişaburek)
hanende müjgânı'ın
her boş bulduğu saniye aralığından
okşar uzanıp mülâziminin solgun ellerini
hani vurulmuş o
çatalca'ya yakın
takılıp tüylü karanlığına bozgun sabahının
bülbüller düşer kucağına küçük çamlıca'dan
birer ikişer bülbüller düşer
(şatrabân)
elektrik çiçekleri süsler tramvay tellerini
bir o kadarıyla zakkum
ondan ötesi baldıran
"...mürdüm eriğinin dibine oturmuşum
tırnova'daki evimizde
rahmetli annem saçlarımı tarıyor
elinde fildişi tarak
ağzında firketler
acı bir barut kokusu genzimizde
ihtiyatlar manevra yapıyor
(ferahnak)
hangi piyanoya şöyle ilişecek olsam
hemen tatyos efendi'nin sultanî-yegâh semaîsi
dalları kıran kayısılar bahçelerde
tırnova'da akşam
uzak dağlara çekilmiş bütün çeteler
içimde yorgun bir saat çalıyor
(hüzzâm)
tramvay tellerinde ölüvermek elektrik bahçesi
bol köpekli ay karanlık gecelerde
geç kalmış pişmanlıklar gözyaşı dökmeler
saklı saklı pırıldayan ortanca saksısı
(nev'eser)
"...mülâzim ihsan bey'in şarkısı
o cuma selâmlıkta söylediğim
bir palmiye gibi titreyerek
iliklerine kadar güneşli
-sevgilim gözümün nuru efendim
istanbul'lu bir zabit kalamış'lı
kumral mı kumral dargın bakışlı
incecik sırmayla gönlüme işlediğim-
mülâzim ihsan bey'in şarkısı
aslında benim kaybolan gençliğim
bir bakıma kaybolan rumeli
bardakta buğulanan nar şerbeti
fırında çatlayan börek
yeşil bir yağmur aydınlığı cami avlularında
gıcır gıcır yıkanmış taşlıklar (hicazkâr)"
(Yasak Sevişmek, s. 82-84)

-3 Mülâzim ihsan bey'in son günleri
kafeslerin ardında nazlı içe dönük
şarap kırmızısı küpeçiçekleri
kucağında bir kedi siyahlı beyazlı
müjgân selâmlıkta şarkı söylüyor
gözleri yıldızlı imgelem böcekleri
sarı dolgun saçları omuzlarına dökük

nilüferlerin uyandığı büyük büyük
çok uzak bahçelerdeki incesazlı
havuzların yalnızlıklarına görünüyor
buzlu tenha güzelliği ipince mor

kötümser önsezilerle yüklü tasalı
onu terkettiğim külrengi Salı
bir ölüm fırladığı içimsıra dönüyor

böyle tırnova'dan ayrıldım ayrılalı
pancurlarım sımsıkı kapalı ocağım sönük
yalnız bulutlarımdan bir ışık süzülüyor
ufacık bir ışık nârın boynu bükük
müjgân'a tutkunluğum yoğun ve saygılı
balkan bozgunu içinde tek ölümsüzlük
(Yasak Sevişmek, s. 85)

-2. nakilân-i asar...
dersaadet'te
sabah ezanları
hicranlı bir heyecan doğurur
mürüvvet'te
boğaziçi'nde yaz sabahları
acayip soğuktur
sis basar
çilek pembesi mavi mavi dumanlı sarı
işgal donanması içinde boğulur
uzak bir güverteden
dağılan bir vardiya çanı
sabah sabah
ürpertir insanı

manastır'da eskiden
cam çerçeve ayna
'askeri mahfel'de
ay ışığı dolardı bardaklarına
erguvanı bıyıklı
erkanıharp'lerin
henüz dönmüşler berlin'den
genç ağaçlar gibi yakışıklı
tekgözlükleri elde

omuzlarında pelerin
mürüvvet “hassaten”
eşref bey'i hatırlıyor
kolağası mıydı neydi
'fevkalâde kendinden emin'
dolu mavzer gibi korkutucu
bakışları küstah
adeta ısırıyor
o eski manastır ah
galiba bir düğündeydi
balkan harbi'ne 'tekaddüm eden' günler
havada siyah
toz halinde bir top uğultusu
redif kışlasında müzika-yı hümayun
çoluk çocuk avluya doluşmuş
yaşamak hüner

'mükerrer' bir yanılgı mıdır sabah
(o müz'iç/ 'yeni bir hayata başlamak' duygusu)
güller vazoda buruşmuş
sisler mahzunluğunu dağıtıyor
kahvaltı sofrası çoktan hazır
harem'de balkonda kurulmuş
gümüş bir fısıltıdır semaver
kızarmış ekmek kokusu
lâcivert karanlığı
böğürtlen reçelinin
eşref bey'in uykusu oldum olası ağır
hele sabahları hiç uyanamıyor
rüyalarında 1324/eski manastır
buğulu aynasıdır unutulmaz ümitlerin
gece mavisi atlarından iner
rap rap / ay karanlık 'mülâzim'ler
el basarak
'kuran-ı azim-üş-şan' üstüne
yemin etmişler
tabanca ve bayrak
'mülkü zulümden kurtarmak için'

haklıdır üzülse de eşref bey
o günden bugüne (yani dersaadet / rumî 1335)
ne tabanca kaldı ne bayrak
ne cumayıbalâ'ya osmanlı bir kar yağıyor
ne serez'de mevlevi tekkesi
o müslüman ıslığı
bin yıllık görkemli ney
ne üsküp ne köprülü ne tikveş
iç köprülerini 'lâhzada' yakarak
bir yıldırım düşmüş adeta gönlüne
'muazzam' bir kılıç gibi
devlerin kullandığı
elektrik yeşili ve çıplak
kirpiklerinde yangın isi
avuçları acımasız kara
ağzında sırtlan nefesi
etrafı bütün leş

gözlerimin önünden
gitmez o manzara
tüyden hafif bir güneş
taze yıkanmış üzüm aydınlığı
borazanlar 'içtima' çalıyor
talimat dünden
törene dördüncü batarya katılacak
(eşref bey'in bataryası)
anlaşılmaz bir sıcak
ortalık ana baba günü
yağlı bir fes kalabalığı dalgalanıyor
neferi zabiti esnafı işçisi
arnavut türk ve rum
yahudi ve bulgar
makedonya dağlarının özgürlüğünü
işlemiş komitacılar
iplik iplik kan
ateş menekşesi

'hürriyet' birdenbire açıklanıyor
binbaşı vehip bey tarafından
çıkmış top arabasının üstüne
(altmış numaralı top arabası)
konuşan sanki topun namlusudur
yani vatan
(Elde Var Hüzün, s. 84-88)

-3. şöyle rivayet dereler kim...

kanlıca'da
kadızade eşref’in yalısı
nedense bu yalı gözü yaşlı 'teşrin'lerin
içi paslı ve kötümser
kafeslerin ardında yağmur şakırtısı
su dumanı savrulur ağaçlardan
her çakışında şimşeğin
maytap yeşili kediler
olmadıkbir yerinde
tutuşur gecenin
işte selâmlık'tan
metroviça'lı sabri hoca'nın
'tecvit üzre' kur'an-ı kerim 'tilâveti'
sesinde saygısız bir iman
bağışlamak bilmez bir tanrının
karanlık heybeti

metrovça'lı sabri hoca / evet /
93 muhaciridir balkanlar'dan
dur otur bilmez / ceddine rahmet
yoğun sakalları
kirli sarı
sanki burun deliklerinden
katmerli ve kalın dökülen
nargile dumanları
elbette mürüvvet

bir şair hayalidir fağfurdan
elleri süt mavisi gözleri ebru
sonbahar sisleriyle buğulu bir kuğu
aklından bir türlü çıkmıyor
hayret
o sandal sefası hani bir gece geçen yaz
eşref bey'le beraber emirgân'a doğru
yanmış kibrit kokuyordu hava
bahçelerde fosforlu çiçekler
çınarlı kahvelerde gramofon çalıyor
gönüllerde sevda

yaldızlı ve titrek
yankılarla zenginleşerek
uçsuz zil sesleri parmak uçlarında
memeleri üryan eflâtun çengilerin
ağızları gül goncası kalçaları şimşek
her akşam böyle bir 'hünkâr sofrası'
sieber 'paşa'nın 'müstesna' hareminde
zerde ve pilav
baklava ve börek
hilavsız adam boyunda ayaklı şamdanlar
telkari gümüş
o sarhoş loşluğuna usulca gömülmüş
pembe yanakları yağlı yağlı parıldayan
'azametli' almanlar
eczacı gessler mühendis sheidemann
'bağdad demiryolu kumpanyasından
soluğunda dağların mavi soğuğu
amanos tünellerinden henüz dönmüş
ağır yol yorgunluğu
kulaklarında tef

bu akşam da gelmedi yüzbaşı schröder
boğaz'daki o yalıda davetliymiş
(çepçevre salkımsöğütleri)

zeynep adını dilinden düşürmüyor
sevdalı bir türk kızı esmer
camların önünde oturur
elinde gergef
sieber 'paşa' anlatır durur
bu 'mülkün' parçalanmasını içi götürmüyor
hah hah hah ne yapıp yapıp
'yekpare muhafaza edilmeliymiş!
hah hah hah
bir 'likma-yı şahane'de yutabilmesi için
kayzer hazretlerinin

bir taksimle uyanır o görünmez tambur
sultanı yegahı
kayısı bahçelerinde şam-ı şerifin
mübarek sahur zamanları
ay ışığında yarasalar
yıldızlardan yağmur
kederli bir dalgınlık sarar
'yıldırım orduları'ndan geride kalanları
ne yapsalar kurtulamazlar
ah nasıl unutulur
nasıl unutulur
şehrin düştüğü akşam
ışıklar sönmüştü ansızın
sokakları bedevi bir karanlık dolduruyor
karanlığı paldır küldür atlılar
iç mahallelerde yangın
yalazı camlara vuruyor
bir ara faysal görünmüştü
sakalı yaldız tozu
kibirli bir hayalet
soğuk mavi birisi var
yanında zehirli sarışın
lawrence adındaki ingiliz casus
elbette odur

karanlıkta gözyaşları damla damla tambur
bir eski rüyadan çağrışımlar / evet
miralay ali osman bey'in beşli revolveri
cemal paşa'nın beyrut'ta astığı araplar
nablûs karargâhı'ndaki içki âlemleri
'münzevi ve mükedder' eşref bey
sabah ezanları köyden köye yayılıyor
hey gidi hey
'mülk' sözde Osmanlı'nın ama
alman'in elinden
ingiliz alıyor
(Elde Var Hüzün, s. 89-94)

cazgır

vur ha vur davul baş pehlivan havası
çıksın bekir osman mestanoğlu dülger ahmed
vur ha vur davul gürletmenin sırası
davran bre pehlivan ha ömrüne bereket
ateş alsın büklüm büklüm pazındaki kudret
davran deli fişek karayel fırtınası
çığlar devirip yenmenin güreşmenin ustası
vur ha vur vur davul dağları taşları titret
dile gelsin yusuf’un aliço'nun hatırası
çıkalım hele meydana yanardağ gibi emret

hey mübarek mübarek er meydanı bu meydanlar
cümle âlem birikmiş işte davullu zurnalı
herbiri bir özge diyarda başpehlivandır
yiğitler gelir güreş tutmağa göğsü armalı
boyları yıldız döker omuzları çifte burmalı;
hoy senin pehlivan dediğin sahan olup da uçandır
rüzgâr deme buluttur bulut deme dumandır
vur ha vur davul gök yerinden kaymalı
hodri meydan! vakit tamam peşrev tamamdır
ha deyince kaldırıp kaldırıp yere vurmalı
(Sisler Bulvarı, s. 116)

ARİF DAMAR (1925)

DE BRE
Sevgili Niyazi 'ye Akıncıoğlu 'na-

Nasıl bildim görür görmez dünyam güzeli
Rumelindeniz böyleyizdir
At uçar kanımızda doludizgin
Sarı kumral
Esmerizdir

Yolcuyuz kadim türküler içre
Yollarında nice karasevdanın
Varız bre dilber
Öyleyizdir

Hey başak boylu
Nasıl bildim görür görmez
Rumelindeniz bre canım
Eh
Güzelizdir

Hadi dilber hadi
Hadi birlikte:
"Akdeniz'den aman
Su gelir boydan boydan..."

Bak gözlerin defneden yaprak
Kuru yaz otlarından saçın
De bre
Sürsün türkümüz

-"Güzel arar isen
Al bizim soydan"

Nasıl bildim görür görmez
Bre dilber

Bre dünyam güzeli
(Seçme Şiirler, s. 46-47)

BÜLENT ECEVİT (1925-2006)

TUNA
Bir destanın yasları gibi yükselir
Tuna kıyılarında Türk kaleleri

Bu kalelere girme, belki ürkersin;
Taştan duvarlarında bu kalelerin
Yarasaların kanat sesi parıldır
Tarih içinde söndü artık kılıçlar.

Kalelere yaklaşma, belki korkarsın;
Baykuş seslerinde bir ağıt duyarsın
Kale mazgallarının en yükseğinde.

Tuna kıyılarında Türk kaleleri
Vidin, Silistre'den Mohaç'a kadar,
Tuna kıyılarında Türk kaleleri...

Bayram sabahları bu burçlar üstünde,
Beyaz ay yıldızlı al bayrak çekilmez.
Ve Tuna'nın koyuca mavi göğsünde
Sipahi akisleri bir bir dizilmez.

Bir yaşlı günden beri, güzel Tuna'ya
Yabancı gelir bu aktağı toprak;
Sabahları güneşin doğduğu yana
Akar tuna, içinde hasret yanarak...

Sor Tuna'ya nedendir bu ağlayışı
Kıyılarındaki Türk kalelerinden
Soyuna bir destan yası vurunca!

CAN YÜCEL (1926-1999)

RUMELİ TÜRKÜSÜNDEN BOZMA

Terzi kolların kırılsın
Terzi kolların kırılsın
Gerçek de bana dar geliyor
Viy amman amman
Viy amman amman
Vey!
(Canfeda, s. 48)

ELENİ KAPİTANİDİS'İN EVİ
Asırdide bir kalyon sanki bu ev
Rüzgâr vurdukça gacur gucur ediyor
Renzeleri, pencereleriyle
Ve dalgalar içinde nefes alıyor adetâ
Bi açılıp bi kapanıyor tahtaları, herzenleri
Güler'le biz durup durup seviştikçe...

Ve ağaçlar haykırıyor dört bir köşemizden
Bizi de alın diyorlar
Kalyon olup cümlemiz de
Sizlen açılalım denize...
(Canfeda, s. 63)

ZİTO
"Marx öldü, yaşasın MARK!" demiş
Eski marksist Teodorakis.
Demek düzdüğü türkülerle gayrı
Mayna ediyor Kızıl Bayrağı
Pantheon'undan aşağı

Bir o eksikti, üstat, türk Dostu kesilmen için,
Bırak sen Miçotakis'i, Yeni demokrasi Partisi'ni,
Elado, seni Anavatan'dan milletvekili seçtirelim,
Lokomotif olursun Yavru Vatan Partisi'ne,
Zito vre Özalakis.
(Canfeda, s. 81)

DOSTUM SAMARİPA'YA MEKTUP
Baksana Samaripa
Şu gümüşü bacaya!
Ne güzel kesmiş tenekeyi tentene!
Güneş de vurmuş üstüne...
Ve salkım salkım sakalları
Rüzgârda saçaklanan bir duman
Arkadaki Papaz okulu'nun
Çamlarını çulluyor
Baca değil, buhurdan...
Alt katta da o dumanın ısıttığı suyla
Sakız gibi bir kız yıkanıyor
Ve Sakız Adası gibi köpükte
Yuvarlanıp gidiyor g..leri

Sevgili dostum
Öyle götüreceğim geldi ki seni
Burnumda tütüyorsun...
Ha, onu soracaktım
Sen hiç lohuk yedin mi?
Ben ki tatlı sevmem
Nefis bişey
(Ölüm ve Oğlum/Gökyokuş, s. 32)

YENİ BOSNA TÜRKÜSÜ
Dar uzun karanlık loş
Mermer işlemeli bir duvar
Ağır demir kapısı
Tek ağızdan işlenen bir yanı yıpranmış merdiven
-Nasıl uyandın bana anlat!
-Kuşlar var mıydı?
-Bilmem
-Sıska bir kadını fincanın içinde gördüm
-Küf kokuyordu ağır, hafifti teni
-şarkı okuyor muydu?
-O benim teysem o okurdu
Taa mo daleko
Taa mo ye buba moye
Taa mo ye selo moye
(Orada uzakta
Orada deniz kıyısında
Orada sevgilim benim
Taa orda memleketim)
-Ya o kahve getiren sıska kadın?
-O hep bir bayram bekliyordu
Bosna'dan bir Boşnak
-Hiç gitmedin mi oraya?
-o kadın şimdi düşlerimde
Drina Köprüsü'nden geçiyor yaralı ayağıyla
Sırp bombardımanından sonra
Çok eski bir tarihi topallayarak
-Senin teyzeni iyi hatırlıyorum ben
Kukıırize mize beru
Ay stradış moy dilbero?
Şta radiş şta radiş?
Sto me ne voliş
(Mısırlar toplanıyor
Kim bilir şimdi n'apıyorsun sevgilim

Ne yapıyor ne düşünüyorsun?
Beni neden sevmiyorsun?)
Bu gece bana zehir yaratıyorsun
Bogomiller ki putperest
Veya şeytanlı bir tanrıya inanan yani düalist
Ortodoksluğu kabul etmedikleri için zordan
Umarsızlıktan 14. Yüzyılda
Topluca öldürmüşler kendilerini çoluk-çocuk
Kıymadan önce de canlarına
Birer mezartaşı anıt dikmişiler anılarına
Öyle bir kabristan kurmuşlar ki
20. yüzyılın sonunda diriliyorlar şimdi
Sonradan Müslüman olan sağlarla birlikte
Yeniden ölmek için
(Gezintiler, s.73)

TEODORAKİS
Sen çaldıkça Teodorakis
Bir mor yağıyor üstüme
Dudaklarım öpüşmekten mosmor...
Bir putum sanki ilahilerle denize fırlatılmış
Ve bir deniz yağıyor üstüme

Bak sen sevgili Teodorakis
Açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!
Avluların o en çakırkeyiflisine
Mısır daneleri gibi serpilmişler ama
Mısır danesi değil ki bu adalar
Ne de biz güverciniz...

Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden
Çıplak ayaklarımızın su sesleriyle
Birbirimize
Ve kendimize geliyoruz
Bilakis
Sen çaldıkça Teodorakis
Bir mor yağıyor üstüme

SOFYA
Kadınlar vardır yaşamında
İlk tanıdığım gün
Yaşadıkça tanıdığımı sanırdım
Kentler vardır yaşamında
Kaldırımlarına ayak basınca
Sokaklarında geçti sanırdım ömrüm
O türlü bir kenttir Sofya

Duydun mu
Bir kuş sesi
Uçtu sisin içinden
İşte mavi gök
İşte Aleksandr Nevski kilisesinin
Işıltılı kubbesi

Ünlü bir kişi değildi Simon Melamed
Salt dostlarının bildiği bir addı adı
Yaşadıkça salt dostluğa imza attı
Ansırım susunca soluyan yalnızlığını
Çağımızda tek mutlu aydın gösterin bana
Kimbilir hangi dertler kırık düşler üzgünü
Güzel günlerden önce gün batısında
Kızaran gökleri andıran yüzünü
Ansırım inancı için severdi Nazım’ı
Dünyaya bakışında kardeş Marks, Camus, Kafka
Başkalarına bir kitabın kavgaysa karamsarlıksa
Barıştı sevgiydi onun yüreğinde anlamı
Sesler havada kalıyor kaybolmuyorsa
Beyaz saçları, gözlerinde ocakların yalazları
Karlı bir dağ evi kadar sıcak karısı Donka
O ben başka dostlar Sofya’ da buluştuğumuz her sofra
Tanıktır dürüst vatandaşlığımıza namusumuza

Beyaz saçları, gözlerinde ocakların yalazları
Karlı bir dağ evi kadar sıcak karısı Donka
O ben başka dostlar Sofya’ da buluştuğumuz her sofra
Tanıktır dürüst vatandaşlığımıza namusumuza

NECATİ ZEKERİYA(1928-1988)

EVLİYA ÇELEBİ SOKAĞI'NIN ŞİİRİ
Eski Çarşı'da bir sokak var
Adı: Evliya Çelebi,
Her şey burada şimdi de
Benim çocukluğumdaki gibi.

Anneleriyle, babalarıyla çocuklar
Defter, kalem, giysi almak üzere
Eylül gelince bu sokağa uğrarlar.

Ben de burdan çıktım yola
En azından bir elli yıl önce.
Ve o kaygısız çocuk gibi
Bu sokağı halâ dolaşırım
Bazen gündüz, bazen gece.

Babamın eli sımsıcak bugün de avucumda,
Dükkânlar değişir, değişir resimler burda
Ancak Evliya Çelebi Sokağı değişmez
O hep aynı biçimde.
Ve sanki benim çocukluğum kalmış
Baştan başa bu sokağın içinde.
(Tuna Dergisi, Sayı.1, s. 27)

GEÇ SAATLERDE ÜSKÜP'ÜN ESKİ ÇARŞISINI DOLAŞIRKEN
Gelinlikler yola çıkar camekânlardan
Eski duvarlardan gelir kireç kokusu.
Örsünde aldatılmış aşkını döver demirci,
Bu gece yeniden benim gönlüm çocuksu.

Süre vurulmuş zincire,
Sefertasıyla onu burada gördüm kırk birlerde.
Özgürlük kuşları işlediği yaşmak halâ durur anamda
Şimdi acılar söylenir türkülerde.

Bu saatlerde artık mümkün değil rastlamak bir ahbaba;
Ancak türbesinde şiiriyle secde eder Gazi baba.
(Türk Dünyası Edebiyatları, s. 669)

BİR EVLER YAPTIRDIM
Soğuk sularıyla bir yanımda Sulu Han
Mermer kurnalarıyla Çifte hamam bir yanımda
Genç ozanın elinde eski bir Divan
Eski Çarşı bir başka güzel eylül ayında

Yeşil yavaş yavaş dökülür yerlere
Anılar da sokaklarda dilim dilim,
Elmasçı yüzük yapar yeni evlilere
Benimse eski türkülerle çözülür dilim.

Bir evler yaptırdım sazdan samandan
Az sonra maniler defteriyle yanıma gelecek
Hüseyin Süleyman.
(Türk Dünyası Edebiyatları, s. 670,)

ÇARŞININ İNSANLARI
Kapamaz Sokak Kapısın Hatçesi
Bir Yerden Gelir Diye

İlk kez Sulu Han'da sevdalanmış Salim
devrimle orda evlenmiş kırkbirlerde

Meddah avlusunda seyretmiş yıldızları
gökyüzüyle örtmüş yüzünü polisler görmesin

seyretmiş kenti tepesinden Vodna'nın
anası mum yakmış Gazi Baba'ya

sevdiği kızı geçirmişler prangalarla yanından
ölümü kendisine dilemiş özgürlüğü ona

hâlâ yalnız başına yaşar Hacışeyh Meydanı'nda
kapamaz sokak kapısını
Hatçesi bir yerden gelir diye
(Makedonya Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı Antolojisi VII, s.181)

ÜSKÜP'E YEŞİLİ OZANLAR VERMİŞ
İslahane parkına uzayan yol boyu ağaç
Küçük bir evde yaşar bir ozan.
Yazar acıyı, yazar sevdayı
Ama Üsküp'ü yazar her zaman.

Üsküp'e yeşili ozanlar vermiş,
Dikmişler her yere kavak, akasya.
Şimdi onlar gece ışırlar gökte.
Sevişirken gözüm seyreyle doyasıya.
Nice ozanlar yetiştirmiş İdadi Mektebi
En büyüğü derler İshak Çelebi.
(Makedonya Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı VII, s. 183)

"LONCA ÇEŞMESİ"NİN ŞİİRİ
Üsküp'te ne güzel çeşmeler vardı.
Yaz kış durmaz
Oluklardan buzlu sular akardı.

Anımsarım Lonca Çeşmesi'ni
"Boyalı Han" da çay içen babam bile
Uzaktan duyardı ondan gelen su sesini.

Ben de o çeşmeden çok su içtim bir vakitler,
Seyrederken atları, paytonları yakından.
Ama şimdi orada yeller eser.

Yeni çeşmeler yapıldı Üsküp'te şimdi.
Bu yaşta bile bazen su içerim onlardan.
Nedense hiçbiri güzel değil Lonca Çeşmesi gibi.

Benim çocukluğum geçti işte o çeşme yanında,
Hayrat bırakanın adı okunurdu cümle taşında.

MEHMET ÇAVUŞ (1933)

SENİ ANDIM GERLOVA
Gerlova!...
Kaç defalar bu kelime
Dilime düştü bilmiyorum
Ama korkunç kanatlarını
Savururken işkenceler ve ölüm
Üstünde uzun geceler
Kahrını dinlediğim malûm...

Ağladığım günler oldu
At güderken ovalarında
Sevindiğim günler oldu
Ama tatlı rüyalarımda...
Bazan torbam bomboştu
Nedendi bu, bilmiyordum
Bazan tuz-soğan çıkıyordu
"Koyana şükürler" diyordum.

Gerlova,
Buram buram Türk kokan
Çiçekleriyle içe akan diyar
Anammış gibi severim seni
Anammış gibi tanırım...
Ana değil misin ki zaten
Yaslı günlerimde gözyaşlarımı silen
Gökte yıldızların kadar
"Gel gel" eden köylerin
Ve evlerin ve çekilerin var...
Eriyen karlar gibi yok olmuyor
Zalim eliyle yazılan
Ağlayışlar, ağıtlar, sızılar...

Gerlova,
Bana dünyaları öğrettiğin için
Ebedi bir yürek gibisin,
Her öğün ve her evde yediğim
Kepekli ekmek gibisin...
Cesur insanların var
Türkülerin kadar sevilesi
Ağlatıcı ağıtların gibi
Nasırlı ellerle tarih yaratanlar!
Türkülerin var Gerlova,
-Aşımızın tuzu-biberi-
Rahatlık getiren anlarla
İçlerden her derdi atanlar!

Gerlova,

Sesimi duyar mısın?
Gönlümde seni selâmlayan arzular
Ve yanan, uyanan gözlerimde
Ak günlerin muştusu var...
Sesimi duyar mısın Gerlova?
Eyyy bahar dolu toprakları
Buğday kokan, ter kokan ova,
Eyyyy çiğdem çiğdem bayırları
Ve mezardan gelen haykırışlarıyla
Gönlüme akan Gerlova...
Seni dile getiren sevdalar gibi
Bugün başka biçimdesin...
Tohuma can veren
Ve arzularımı toprağa ören
Muhabbetler, merhabalar gibi
Ilgıt ılgıt kanımda
Rüyamda ve içimdesin...
Uzağından sana haykırıyorum
Sesimi duyar mısın Gerlova?

YAVUZ BÜLENT BAKİLER (1936)

ÜSKÜP
Üsküp'te muhteşem Fatih köprüsü
Geçtim karşısına durdum,
Bir sigara yaktım efkârlanarak
İnceden Rumeli türküleri tutturdum.

Arkamda büyük sancılı meydan
Kulağını vermiş beni dinliyor...
Meydan, dedim, nerde burmalı camiin?
Ne ben söyleyeyim, ne sen bir şey sor!

Bir yanım İstanbul, bir yanım Bursa
Çeşmeler, kubbeler, kervansaraylar...
İnsan bir de vatanın sevdalısı olursa
Ağlar Üsküp'te çaresiz sabaha kadar.

Kazancılar Çarşısı'na gittim bir akşam
Türkülü dükkânlar, kurşunlu hanlar...
Sonra Bakırcılar ve Çifte Hamam...
Gülümsüyor kubbelerde eski zamanlar.

Gördüm güzelliğini Üsküp'te ürpererek
Sokaklarda, meydanlarda, evlerde gördüm,
Bin yıllık yüreğimle göğüs gererek
Ruhumu bıraktığım her yerde gördüm.

Hep kendime susadım tuğralı çeşmelerde
Kosova meydanını dolaştım adım adım
Hüdavendigâr'ın yattığı yerde
Öptüm toprağı, doyamadım.

Rüzgârlar, bulutlar götürün beni burdan
Halim yok, gözlerimi silemiyorum
Yağan yağmur mudur bir büyük nurdan
Yoksa yüreğim mi bilemiyorum?

BİZİM TÜRKÜMÜZ
-Sayın Ahmet Kabaklı’ya-

Bizim türkümüzde gurbet var artık
Hasret var, yürek var, toprak var balam
Gönlümüzü sımsacak alan topraklar
Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları'na dek uzar
Kim demiş vatanımız Edirne'den Kars'a kadar.
Kerkük'te kurşunlar ansızın bizi vurur
Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz
Zulüm bir hançer gibi içimizde oturur
Bir mağara devrinden arta kalan insanlar
Kerkük'te kan kusturur...

Uzar gider bir sessizlik içinde
Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları
Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına
Çöreklenir yedi başlı bir kızıl yılan
Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han
Kana boyanır Türkistan.

Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa
Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar
Susmuş minarelerinde mübarek ezan
Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz
Boynu bükük türkülerde güzelim Azerbaycan.

Bir kanlı ağıt söylenir şimdi Kırım'da
Biz duyarız Kırım'ın öldüren feryadını
Bir büyük destanla birlikte yeniden yazacağız
Kırım topraklarına Kırım Türkü'nün adını.

Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler
Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar
Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan'dan beri
Üsküp'te, Estergon'da, bir atar damar gibi
Davullar, zurnalar ve serhat türküleri...

Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna'ya
Bizim türkülerimizdir söylenen
Konuşulan dil bizim dilimizdir
Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir
Kilimlerimizdir...

Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız
Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan
Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla
Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.

Bizim türkümüzde gurbet var artık
Hasret var, yürek var, toprak var balam
Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar
Tiyan-Şan, Kadır-Gan dağlarına dek uzar
Kim demiş vatanımız Edirne'den Kars'a kadar.
(Duvak)

HİLMİ YAVUZ(1936)

2. börklüce mustafa
biz ki sevdamızı, alaca
kıl heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
şavkımız dağlara vurunca

börklüce mustafa, yonca
ve hançerlerin piri
ölümü masmavi bir hamayıl
gibi boynunda taşıyıp
gözleriyle bir acıya kalebent
olmanın korkunç şiiri

dövülüp tavını bulunca

serez çarşısına, ince
kıvrık ve celâli
bir ayışığı gibi girmek
ve sesiyle şayağa ve tunca
sancağı buğdaysı, türküsü ebrulî
bir isyan diye işlenmek

ve devrilmek, birbiri ardınca

biz ki sevdamızı, alaca
kıl bir heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
gölgemiz dağlara burunca
(Bedreddin Üzerine Şiirler, s. 10-1)

sarı anastas

yelkenler mutasavvıf
ve boynu büküktüler
ve bedreddin büyük fırtınalarla
uğuldayan kaftanı giydi

ve işte kırmızı ve sahtiyan
bir kuşak gibi
duyuyor tanyerini etinde
ilkyaz, koynumuzda bir resimdi
o isyan ki kana kana rumeli
ve yıkık bir ayazma suretinde

onda belirdi

ve işte acılardan bir sur
ölüm ancak bu kadar çocuk
ve mağrur olabilirdi
ve kuytu dağ koyaklarını
bir sürme gibi çekmiş gözlerine
hallâc-ı mansur
ya da şahabeddin-i suhreverdi

şimdi o, bir gurbet gibi güler
ağıtlarla konar göçer gibiydi

ve bedreddin, büyük fırtınalarla
uğuldayan kaftanı gibiydi
(Bedreddin Üzerine Şiirler, s. 14-15)

ÖZDEMİR İNCE (1936)

SARI SALTUK
Günün battığı yerde senin makamlarını gösteren mühür;
çıkıp kendi kalıp ve suretinden, et ve kemiklerinden
su ve ateş kılığından dalıyorsun bir kökler ormanına
sen bir zamanlar yalnız bozkırlarda dolaşan derviş
yalnızca yaban balı ve çekirge ile beslenmiş
sen kumarbaz fatihin bir yenine gizlediği kupa beyi
sen yetimin kan yerlerinde edeceği dönülmez yemin
sen ömrünü seher yerlerine yüklemiş abdal gezgin;
"Seni Rum'a saldım. Var git, post ve âsâ ile,
nam ve şan sahibi ol yedi krallık yerde!"
Seni duyacak halkın ağzından Edirne'den bir şehzade
ve diyecek "Bu kentte otururum padişah olursam!"

NÎMETULLAH HAFIZ (1939)

BELGRAD-5
Belgrat'ın kızları
Alıdır pulludur
İçten güler
Cicili bicili
Kızları Belgrad'ın
Belgrad'ın kızları
Sever kişiyi
Gönülden ağlar
Kalır sevgisiz
Kızları Belgrad'ın

BELGRAD-6
Kalemegdan çimenlerinde
Bir kadın var kısırdır
Bu çocuğu bir düş çözer
Düşümdür

Kalemegdan pınarında
Bir oğlan eli bağlıdır
Gözlerinden kanlar damlar
Kanımdır
Kalemegdan yakınlarında
Bir mezar var sarsılır
İçinden bir güç yayılır
Gücümdür

Kalemegdan müzesinde
Eski bir top, paslıdır
İçinde bir ses uğuldar
Sesimdir
(Türk Dünyası Edebiyatları, s. 687,690)

BELGRAD-7
Belgrad'ta
Bir "Çar Köprüsü" Kahvesi
İçine savaş kokusu sığdırılmış
Çar devirlerinden kalma

Ortasında bir soba
Soba yanında eski bir sandık
İçinde geçmişlerin külleri
Tarihten kalma
Duvarlarında birkaç resim
Resimlerde bir köprü, bir gemi
İçlerinde eşyalar dizilmiş
Yolcuların yaşamlarından kalma

Kenarlarında birkaç masa
Çevrelerinde yaşlılar kurulmuş
Ellerinde çatlak, leke leke kadehler
Kederlerinden kalma

Belgrad'ta
Bir "Çar Köprüsü" Kahvesi
İçinde bir de ben varım
Atalarımdan kalma
(Makedonya Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı VII, s. 366)

GÜNAYDIN
Gün ışıyor
Günaydın gülümseyen odam
Yorgunluk bilmeyen saatim, kızgın sobam
Ateş dolu mangalım,
Gevşemiş sedirim, yastıklarım,
Elbiselerim, çantam, kitaplarım,

Günaydın!
Günaydın yeşil evim
Dilsiz meyvelerim, kuşlarım,
Billur derem,
Ağıldaki şişman hayvanlarım,
Delik deşik topum, oyunlarım,
Günaydın!

Günaydın aylı, güneşli kentim,
Savaşların türküsünü mırıldayan nehrim,
Mini mini evlerim,
Çok şeyler görmüş Kale'm, Daltulum'um,
Ter soğutan parkım,
Günaydın!

Günaydın dağ ninnileriyle büyüyen yurdum
Savaş görmüş, çok ağlamış kentlerim,
Dizginsiz sabırlı yurttaşlarım,
Şirin dağlarım, nehirlerim,
Verimli kırlarım, ormanlarım
Nehirleri barıştıran denizim,
Gökyüzüne duman kusan fabrikalarım,
Günaydın, Hepinize günaydın!
(Makedonya Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı VII, s. 367)

ATAOL BEHRAMOĞLU (1942)

KUŞATMADA
Kuşatma altında vermem gerekiyordu
Ömrümü etkileyecek kararı.
Kuytu bahçelerde değil
Sarsak odalarda yaşıyorum aşkı.

En güzel dizeyi buluyorum derken
Bozuyor düşümü bir klakson sesi
Aklımda hayatım üstüne düşünceler
Ve pantolonumda yağ lekesi.

Ne anlatır Yunan şarkıları
İnsanı tepeden tırnağa saran bu hüzünle
Sanki hep anlatılamayan bir şey kalmıştır
İçimize ne kadar döksek de

Ne anlatır Yunan şarkıları
Biten bir aşk mı, başlayan bir aşk mı
Bir kız mı, yüzünü hiç görmeyeceğimiz
Çayırlarına hiç uzanmayacağımız kırlar mı

Ne anlatır yunan şarkıları
Bu sürekli, bu yumuşak ısrarla
Ne anlatır Yunan şarkıları
Yüreğimize işleyen tempolarla

Ne anlatır Yunan şarkıları
Sonsuz güzelliğe, sonsuz barışa dair
Acılarla dolsak de ne kadar
Sımsıcak yaşamaya dair

Ne anlatır Yunan şarkıları
Bir gün birleşeceğini mi bütün şarkıların

Ne anlatır Yunan şarkıları
Bu kadar uzak... ve bu kadar yakın...
(Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şeyler Var Hayatımda: Toplu Şiirler II, s. 62-63)

ESKİ NİSAN
-Lüdmila 'ya-

Canımın yongası sevdiğim
Birkaç gün çaldık ilkbahardan
Geçtik yıllardır özlediğim
Erguvan ışıklı kıyılardan

Aşkı sessizlik tanımlar
Gençken tersini düşünürdüm
Aşkımla dönerken geriye dalgalar
Yalnızlığı çırçıplak gördüm.

Durdukta önünde Ege Denizi'nin
Gözleri mayıs bulanığı,
Kuytuluğunda eski evlerin
Dolaştık Ayvalığı

Eski nisan, her şey gibi,
Kalbim de, rüzgâr da eski
Çırpınıp duruyor havada
Yitik anıların kelebeği.
(Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şeyler Var Hayatımda: Toplu Şiirler II, s. 138)

ATTİLA JOZSEF'İN ŞEHRİNDE BİR KÖPRÜDEN TUNA'YA BAKMAK' tan
VI
Bir raslantı mı
Yazgısı mı yoksa
Bir şiirin?
Bosna'lı bir göçmen aileyle
Aynı kompartımandayım
Dönerken
bir gece treniyle
Viyana'ya.
Sarışın genç bir çift
Ve iki bebe
-Biri kız, biri oğlan-
Ve başörtülü, hırkalı
Bir nine
-Hollanda'ya göçüyorlar
Yurtlarına
bir daha dönmemek üzere-

Bebeler uyudular
Kıvrılıp karşı kanepede
Gençlerin yüzlerinde bakışlarında
Umut ve kaygı karışımı kıpırtılar
Bir yanıt arıyorlar
Bir açıklama
Biraz Boşnakça
Biraz işaretle...
Nine
Taşlaşmış gibi oturuyor
Ve tek bir çizgi
Kıpırdamıyor yüzünde...
Tren ilerliyor Macar ovalarında
Bebeler uyuyor
Siyah çoraplı ayacıklar
Birbirine değerek
Alınlarında sarışın bukleler
Ve ter tanecikleri
Uyuyorlar iki ceylan
İki köpek yavrusu gibi...

Macar sınır polisleri
Uzun uzun bir şeyler tartışıyor
Gençlerin yüzlerinde, bakışlarında
Umut ve kaygı karışımı kıpırtılar
Bebeler uyuyor
Nine taşlaşmış gibi oturuyor
Ve tek bir çizgi
Kıpırdamıyor yüzünde
Yirminci yüzyıl
Geçiyor camlardan
Sehpalar
işkencehaneler
Yirminci yüzyıl
Akıyor raylardan
Gaz odaları
Esir kampları
Parçalanmış aileler
Yirminci yüzyıl
Geçiyor gözlerimden
Kolları havada bir çocuk
Kadife karası bakışlarında
Şaşkınlık
Kocaman kasketi
Kısa pantolonu
İncecik boynu
İncecik bacaklarıyla
Yirminci yüzyıl
En yüce kahramanlıkların
Ve en alçak zalimliklerin yüzyılı
İşte az bir şey kaldı
tükenmesine

İşte
Can çekişmede...

Macar sınır polisleri çekip gidiyor
Bir yanıt arıyorum olup bitenlere ben
Bir şeyler söylemek
umutlu, sevecen

Kendi sürgün günlerimden söz etmek.,
Fakat sadece
Ağlamak geliyor içimden
Gece treni ilerliyor
Budapeşte gerilerde
Jozsef Attila Sokağı
Ve Jozsef Attila' nın
Bronzdan profili...
Geride geride geride
Şandor Petöfi Sokağı
Anıtı Petöfı'nin
Ve devrimci arkadaşlarıyla
Toplandığı kahve...

Geride geride geride
Güzelim Vasi Sokağı
Işıklı vitrinleri
Ve Noel şarkıları söyleyen
Öğrenci gruplarıyla
Gece treni ilerliyor
Adını bebelerin
Soramıyorum bile
Anlamsız, boş
Bir merak olacak çünkü
Ne de kompartıman arkadaşlarımın
Ayrılırken
Öpmek geliyor içimden
Elini ninenin
Vaz geçiyorum

Gece yarısı
Kar yağıyor
Viyana'ya
Yürüyorum
bomboş sokaklarda
Gecikmiş birkaç sarhoş
Hızla geçen birkaç araba
Hayat bildiği yolda ilerliyor
Derin, bilge, ağır
Akıyor Tuna...
Viyana-Budapeşte-İstanbul Aralık 1993-Mayıs 1994

.....
sayfa başına dön


 

 
Nutuk (Sesli ve Görsel)
 
Etkinlik Takvimi
Mart , 2024
PzrPztSalÇrşPrşCumCts
1 2
3 4 5 6 7 8 9
10 11 12 13 14 15 16
17 18 19 20 21 22 23
24 25 26 27 28 29 30
31
 
 
 
 
 
Copyright Aralık 2002 © balkanpazar.org
tasarım ve uygulama Artgrafi.net